Tuesday, November 22, 2011
. . .
Tuesday, June 14, 2011
Lâ - Sonsuzluk Hecesi
O zamansızlık zamanında, cennet ırmağının kıyısında Âdem onunla göz göze geldi. Kuşları, tüyleri ürkütmekten korkarcasına elini uzattı yavaşça. Parmaklarının ucundan dökülen yaseminleri gösterdi. İçine dolan ses ve ışığa, sevince sarmaşığa, usulca, sen kimsin, dedi. Bildiğini bir kez daha bilmek, kelimesini bir de ondan duymak istedi.
Ben kadınım, dedi Havva, ama bu benim sıfatım. Adımı henüz bilmiyorum.
varlığım olsun.
Tuesday, March 8, 2011
Lenfositlerin Bagisiklik Sistemi Icin Onemi
Monday, March 7, 2011
Stage IV Lung Adenocarcinoma
- Kan Testi: Kan testi sonucu lenfositlerin dusuk cikmasi vucutta malignan bir buyumeye isaret olabilir diyor bir cok kaynak. CBC diye bir test cesit test var. Bununla kandaki lenfosit, monosit, netrofil, trombosit, beyaz, kirmizi hucre sayisi, hemoglobin olculuyor. Kandaki lenfosit sayisinin dusuk olmasi vucutta kanserli hucreleri oldurecek kadar yeterli "dogal asker hucre" (natural killer cell) olmadigi anlamina geliyor. Kan testi sonucu boyle geldiginde doktor asagidaki testlerle vucutta tumor tesbiti yapabilir
- MRI: Magnetik Rezonans Imajlama
- CT: Bilgisayarli Tomografi
- Sintigrafi
- PET/CT: PET ile CT karisimi bir test. Kanserli tumorleri tespit edip renklerini farkli gosteriyor.
- Biyopsi: Tumorlerden parca alinip patolojide incelenmesi
By mid-2004 Dr Bihari had treated over 300 patients with various cancers. All of these patients had failed to respond to standard treatments. After 4-6 months of LDN therapy some 50% of cancer sufferers had begun to demonstrate a halt in their cancer growth and, over a third had shown significant tumour shrinkage. Other proponents of LDN therapy have reported similar findings. For example at the 2006 LDN conference held at the National Cancer Institute in United States, a Dr Berkson detailed his successful experience treating metastatic pancreatic cancer and B cell lymphoma with LDN at bedtime. After following a healthy lifestyle program and receiving daily LDN therapy, the patient was alive and well, symptom free and back at work.
Given all of this, it is easy to see why researchers are excited about the possibilities that LDN therapy may hold for the treatment of certain types of cancer."
Wednesday, February 2, 2011
. . .
Nereye düşerseniz düşün,
Bilinki Allah'ın kucağına düşmüşsünüzdür
Saçlarınızı kim okşarsa okşasın,
Bilin ki saçlarınıza dokunan Allahtır...
Kiminle adım atarsanız atın,
İnanın ki Allah'la yürüyorsunuz
Kim severse sevsin sizi,
Unutmayın Allah tarafından seviliyorsunuz...
İster taşa düşsün göz yaşlarınız ister toprağa
Bilin ki göz yaşlarınıza dokunan Allah'tır
Ben seviyorum demeyin sakın
Allah benimle seviyor deyin
Kimseye bir şey veriyorum sanmayın
Bilin ki Allah verirken sizi kullanıyor
Kendinizi feda ettiğinizi mi düşünüyorsunuz
Hayır, mülkünü dilediği yerde kullanan O'dur
[Kaynak Bilinmiyor]
Wednesday, January 26, 2011
Soba ve pisikoloji uzerine etkileri

Monday, January 24, 2011
Bahar oncesi temizlik..
Are you carrying too many potatoes?
So when the day came, every child brought some potatoes with the name of the people he/she hated. Some had 2 potatoes; some 3 while some up to 5 potatoes. The teacher then told the children to carry with them the potatoes in the plastic bag wherever they go (even to the toilet) for 1 week.
Days after days passed by, and the children started to complain due to the unpleasant smell let out by the rotten potatoes. Besides, those having 5 potatoes also had to carry heavier bags. After 1 week, the children were relieved because the game had finally ended.
The teacher asked: "How did you feel while carrying the potatoes with you for 1 week?" The children let out their frustrations and started complaining of the trouble that they had to go through having to carry the heavy and smelly potatoes wherever they go.Then the teacher told them the hidden meaning behind the game. The teacher said: "This is exactly the situation when you carry your hatred for somebody inside your heart. The stench of hatred will contaminate your heart and you will carry it with you wherever you go. If you cannot tolerate the smell of rotten potatoes for just 1 week, can you imagine what is it like to have the stench of hatred in your heart for your lifetime?"
Anonymous
Bir Gunes Bir Sen Bir de Terlikler
Bir ilkbahar gününde, güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım. Doğduğum hastahane, Ravza'nın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku, Sen'in bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de, daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım mescidinin ezan sesiyle şereflenmiş. Kırk günlük olduğumda ilk ziyaretimi de Hâne-i Saadet'ine yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte, Sen varsın. Daha konuşmayı öğrenmeden, Sen'i sevmeyi öğrenmişim. İlk adımlarımı Ravza'nın mermerlerinde atmış ve Rabb'imle ilk buluşmamı, ilk secdemi Sen'in mescidinde yapmışım. Evini her ziyaret edişimizde Sen'i görmesek bile, varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda da hüzünlenirdik.
Çocuklar evde sıkılınca isterler ki, babaları onları parka, eğlence yerlerine götürsün. Medine'de yaşadığımız sürece, bunları hiç istemedik babamızdan. Canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine'deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü burada hiçbir yerde olmayan Gül Bahçesi ve bahçenin "Biricik Efendisi" vardı. Vaktimizin çoğu, o bahçede geçerdi. Sen'in bahçenin mermerlerine ayakkabıyla basamazdık. Yalın ayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Korkardık belki bahçenin güllerine basmaktan kim bilir. Yazın mermerler ayaklarımızı yakar, bu hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde:
- Babacığım Medine neden bu kadar sıcak?
- Evlâdım, Medine'de iki Güneş var da ondan.- Nasıl olur babacığım, Güneş tek değil mi?Babam gülerek:- Doğru yavrum, bütün dünyayı ısıtan bir tane Güneş var. Bir de âlemleri aydınlatan ve ısıtan öyle bir Güneş daha var ki; O da (sas) Medine'de olunca sıcaklık iki kat oluyor.Babamın bu cevabı çok hoşuma gitti. Gerçekten mermerler ayaklarımızı ısıtıyordu; ama Sen'in sıcaklığın içimizi daha çok ısıtıyordu.Medine'den ayrıldıktan sonra belki ayaklarımız üşümedi; ama içimiz bir türlü ısınmıyor. Çünkü gönlümüzün Güneş'ini orada bırakmıştık. Artık O'nun (sas) evine, bahçesine gidemiyor, mermerlerinde yalın ayak koşamıyorum. Gerçi ışığın tâ buralarda da bizi aydınlatıyor; ama içimi ısıtması için Ravza'na koşmam lâzım.
Bahçende yürürken güzel ezanlar okunurdu, sanki Bilâl-i Habeşi okurdu. Biz de mescide koşar, babamın yanında namaz kılardık. Bazen o an yanımıza usulca bir kedi sokulurdu.
Babam: ‘İncitmeyin sakın, onlar Ebû Hüreyre'nin (ra) kedileri.’ derdi. Biz de onları severdik.
Çarşamba günleri Uhud'a gider, Sen'in çok sevdiğin amcanı ziyaret ederdik. O bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn Tepesi'ne çıkar, oradan Uhud'da yatan 70 şehide selâm verirdik. Uhud Dağı'na her baktığımızda, Sen'i orada görür gibi olurduk. Uhud da, Ravza'n gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesiydi sanki.
İşte benim yedi senem ki; en değerli, en güzel yıllarım, Sen'in Köyünde, Gül Bahçende, savaştığın yerlerde, Sen'inle dopdolu geçti. Sen'i görmesem de, Sen'inle yaşamaya o kadar alışmıştım ki, yanından ayrılırken, sanki bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim, ama hep, "Büyüyünce gidersin." diyorlar. İşte sırf bu yüzden hemen büyümek istiyorum. Yanına gelince büyümüş bile olsam, bahçendeki mermerlerde yalın ayak dolaşacağım. Tâ ki Güneş'im, içimi ısıtıncaya kadar.Hasretinden, gönlüm üşüyor. Belki hasretin herkesin içini yakar; ama beni üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum, doğduğumdan beri, sevginle ısınmaya alışmış. Sıcaklığına o kadar muhtacım ki; ne olur sana gelemesem bile, Sen beni hiç bırakma, evimizi şereflendir, ışığınla gecelerimize nur ol, sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Tıpkı Medine'de iken ısıttığın gibi.
Benim adım Nebi. Bu ismi bana, Sen'i çok seven biri koymuş. Diğer adım, Muhammed. Bu ismi de Köyünde bıraktığımız babacığım vermiş. Ben de Sen'in gibi babasız büyüyorum. Ama Sen, asla yetimliğimizi hissettirmiyorsun. Medine'den ayrıldığımızdan beri, hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum. Sen'i tanıdığım ve sevdiğim için Rabb'ime binlerce kez teşekkür ediyorum.
Babamı kabre koyarken, ağabeyimin terlikleri onun kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü ağabeyimin terliği hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimde, ben de kimse görmeden terliğimi babamın kabrine gömüverdim. Benimki de babamla kalsın diye.
Evet, demiştim ya, bir Güneş'imi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliğim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama Güneş'im hep yanımdaydı. Yetimlerin Efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mıydı? Dünyanın bir ucuna da gitsek, bizi bırakmayacağını biliyordum. Gözümüz, gönlümüz Sen'inle aydınlanır Efendim! Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.Rabb'imden hep bana tekrar Sen’in gül bahçenin mermerlerinde yalın ayak koşmayı nasip etmesini diliyorum. Tâ ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliğimi bıraktığım o güzel mekan son durağım olsun.
Muhammed Nebi DOĞANAY
(Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı babasi işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullah'ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etmis ve Cennetül Bakiye defnedilmis. Ardindan ailesi Türkiye'ye dönmüs. O zaman 7 yaşında olan oğlu Nebi Doğanay bugün ortaokul ögrencisi imis. Kompozisyon dersi ödevi olarak bu yazıyı yazmış ve birincilik almış.)
"Niye ben?"
Olağan bir kaza haberinin o hep bildik "ölü sayısı" arasına sıkışmış sıradan bir rakam olamam "ben". Başkası da olabilmesi ihtimali altı milyar kez yüksek iken, niye "ben"im o "biri"?
"Başka bir sürü yerde olabilecekken niye ille de burada çıktı bu yangın?" "Başka milyonlarca insan varken, niye sadece beni seçti bu kurşun?" "Başka sayısız saatler, dakikalar dururken, nasıl oldu da bu ana denk geldi kaza?" "Başka bir dolu seferde olabilecekken, niye bu sefer oldu bu arıza?"
Tuhaf bir yalnızlık içinde buluyor kendini insan başına o "şey" geldiğinde. Etraftaki olağan sesler düşmanlaşıyor, yabancılaşıyor. Araba uğultusu, yağmur şıpırtısı, cep telefonu sesi dalga geçercesine yalayıp geçiyor seni. Sen derin acılar içindeyken, hiçbir şey olmamış gibi yürüyen, kaygısızca konuşan, her günkü gibi koşturan insanlara gücenik bir edayla bakıyorsun: "Nasıl da rahat olabiliyorsunuz böyle? Aşk olsun!" Her şey ve herkes "başka"laşıyor o anda. Yarın senin cenazen olacak, sen eksileceksin sıcacık yuvandan, yavruların "Baba!" dediğinde ömür boyu cevap alamayacak. Ama büyütmeye gerek yok! Sen sadece bir "başkası" dahasın başkalarının gözünde. Bir "başkası"nın daha cenazesini göz ucuyla seyredecek başkaları. Sen uykusuz bir gecenin koynunda, bir yaprak gibi titrerken, başkalarına göre bir "başkası" olan sen sıradan acılardan bir acı yaşıyor olacaksın. Uyuyacak milyonlarcası. Sen ve yakınların gazetelerin üçüncü sayfasında kanlı bir habere konu olmuşken, başkaları katlayıp bir kenara bırakacaklar senin haberini. Başkalarının es geçtiği kadar lüzumsuz bir yer mi işgal ediyorsun ki yeryüzünde? Başkalarının hiç üzülmeyeceği kadar, hiç eksikliğini hissetmeyeceği kadar yersiz bir yerin mi vardı âlemde?
Bak işte, ölen "ben" de olsa, "ölenle ölünmüyor"muş. Hayat devam ediyor "ben"siz. Olmasan da oluyormuş meğer. Ne kadar dayanılmaz bir acı! Ne kadar ağır bir hakaret! "Olsa da bir olmasa bir"mişim meğer. Ne kadar da aşağılandığını düşünüyor insan! Aslında o aşağılanmaya verdiğimiz tepkidir o soru: "Neden başkası değil de ben?" Daha açıkçası: "Niye ben seçildim?" "Ne isteniyor benden?" "Hak etmedim ben bu 'ceza'yı!"
Hadi itiraf edelim: Kadere hesap soruyoruz. Yazgının iki yakasından çekiştiriyoruz. Hadi bir itiraf daha: Asıl derdimiz "kader"i takdir edenledir. Yani Yaradan'la karşı karşıya gelir aklımız. "Ben"i Vareden'e keseriz faturayı. Kafa tutarız. Dokunulmazlığımızın ihlaline isyan ederiz. "Ne istedin benden?" "Benim ne suçum vardı ki?"
Ne garip! Olumsuzlukların hesabı kaderden sorulur. "Ben" kendi ellerimle suç işlerim, hapse düşerim ama "kader mahkûmu" oluveririm. Ayağım kayar, günaha bulaşırım ama "n'edersin kaderime yazılmış" deyiverir, sıyrılırım. Şampiyonluğunu, birinciliğini, galibiyetini kadere "mahkûm" eden pek çıkmaz. Sevaplarını, iyiliklerini, biriktirdiklerini, başarılarını "kader"in hesabına yazdıran olmaz.
İyiliklerimiz kadere rağmendir sanki. Başarı, yazgıya başkaldırıdır. Başarılıysam "Niye ben?" sorusunu sormama gerek yok. Birinci olduysam, "Niye benim başıma geldi?" diye sızlanmak yok. "Başkaları"nın kazalarını hayatta kalmış biri olarak seyrediyorken, "Niye ben hayatta kaldım?" diye hesap sormak yok.
Değil mi?
Farkında değilim ama... Ben bana "ben" diyebiliyorsam, ne anlaşılmaz bir ayrıcalık içimdeyim! "Ben"i bir "başkası" da olabilecekken "ben" diye seçip Vareden'e hiç minnet duygum olmayacak mı? Pekâlâ, başkaları içinde sıradan biri olabilirdim. Pekâlâ, başkalarının "başkası" diye bile bilmediği, hiç hatırlanmayan, hatırlanmaya bile değmeyen bir "yok" olabilirdim. "Yok" olduğunun bile farkında olunmayan bir "şey"dir "yok"luk... Ben "ben" olmasaydım, niye ben olamadım diye hesap sorabilir miydim? "Ben" olmayışıma yanabilir miydim?
Ama hayret! "Ben" varım, var edilmişim. Varlığım yokluğuma "ben"den habersiz tercih edilmiş. Kimseler hatırımı saymazken, beni aramazken, eksikliğimi dert edinmezken, varlık sahasına çıkarılmışım, hatırım sayılmış, el üstünde tutulmuşum. Ben bile "ben" olmayı hesap edemezken, "ben" diyebileceğim bir insan olarak var edilmişim.
Hiç beklemediğim, hiç ummadığım bir iyilikti bu! Aynada yüzüme bakıyorum, kimsenin yüzüne benzemiyor. Meğer "biricik"mişim ben. "Bitane"ymişim beni "ben" olarak seçenin nazarında. Nasıl oluyor da, ben bana "ben" diyebiliyorum? Ya, ben bana "ben" diyemeyenlerden olsaydım? "Sen" diye hitap edilmeyi hak etmemiş olsaydım? Öyle olsaydı, hiç aşağılanmış hissedecek miydim? Kadere hesap sorabilecek yetkide görebilecek miydim kendimi?
"Niye ben?" diye kaybettiğimin hesabını sorabiliyorsam, hiç hesapsız kazandığım "ben" sayesinde sorabiliyorum... Ne garip? Hiç yoktan kazandığım "ben"imle kazanamadıklarımın da hakkım olduğunu düşünmeye başlamışım. Tuhaflığa bakın ki, borç aldığım "ben"imle kendimi alacaklı sayıyorum.
Asıl sürprizi görmüyorum: "Ben" bana sürprizim. Hiç ummamıştım "ben" diye/bilineceğimi... Hiç beklemiyordum "ben" diyebilenler arasına seçileceğimi... Ben beni "ben" bilmeseydim, ben "ben" olamayışıma ağlayabilecek miydim? Ben şimdi burada soruyorum kendime: "Niye ben?
Senai Demirci
Buluşmak Üzere
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Can YÜCEL
SÖZ BAŞI
Bismihû.
Esirgeyen ve bağışlayan ALLAH'ın adıyla.
Önce söz vardı, hayat sonradan geldi.
Önce çile vardı ihsan arkadan geldi.
Önce iştiyak, arkadan sebat geldi.
Sözün yaratılışı Züleyha'nın yaradılışından evveldi. Âdem, ki ona bütün isimler öğretildi.
Yûsuf'un kaderi Züleyha'ya tecelli. Züleyha'nın kaderi Yûsuf'a tecelli.
Kuyu... Zindan... Kuyu... Zindan...
Önce çile arkadan ihsan. Züleyha vazgeçti mi maşukundan?
Mülk gibi söz de, ne senin ne benim…
Cümle gibi aşk da ne senin ne benim…
Söz de,
aşk da,
ne benim ne senin…
Bir yaz sabahına doğan ve su değdiğinde kokusunu salan kırmızı sardunya, ağustos göklerinde başımın üzerinden geçen bulut,
mayıs gülü,
ışıklı nisan yağmuru
ne kadar ALLAH'tansa,
mülk gibi söz de ve aşk da
O'ndan…
"Sen" tahtına yazıcı kimi oturtsan da,
beşerî bir sevgili ya da cismanî bir aşk gibi görünen,
hiçbir yol O'ndan özgeye çıkmıyor aslında, "gönül tahtına O'ndan özge sultan" olmuyor.
Değil mi ki her şey O'ndan, gidecek yer yok O'ndan başka.
Gelinen yer yok O'ndan başka.
İnsan o ki, O'ndan başkasını sevemez sevginin mahiyeti icrabı, O'ndan başkasını bilemez bilginin mahiyeti icabı.
Işık ki tek kaynaktan dağılır, ışığı yakın olan aydınlık, uzakta kalan karanlıktır. Her şeyin O'ndan olması, ve ışığın tek kaynaktan dağılıyor olması O'ndan başkasının bilinme ve sevilme ihtimalini tümden yok eder.
Kimi zaman sevdiğimizin ne olduğunu bilmeden severiz. Ve insan henüz neyi sevdiğini bilmediği böyle zamanlarda O'ndan başkasını sevdiğini zannedebilir :
Bir çiçeği, bir kuşu,
denizi, yağmuru,
gökyüzünü, yazıyı,
yazıyı yazanı, kalemi tutanı,
bir yaratılmışı hasılı.
Söz gelimi Leylâ Mecnun'u, Şirin Ferhâd'ı, Züleyha Yûsuf'u sevdiğini zannedebilir.
Oysa sevmek, en fazla, neyi sevdiğini fark etmek demektir ve seven biraz da neyi sevdiğini bilendir.
Çünkü ışığın kaynağı tektir ve kim aydınlığının kendinden menkul olduğunu iddia edebilir?
Her aşk O'na çıkar sonunda, O'ndan başkasını sevmek imkânsız gibidir. Seven neyi sevdiğini bilse de bu böyledir, bilmese de bu böyledir.
Bu yüzden değil mi ki kendini kaybetmek gibi görünen aşk, aslında kendini bilmek. İstese de insan O'ndan özgeyi sevme şansı yok. Şans sözcüğü yok lügatlerde bundan böyle. O'ndan özgeyi sevme ihtimali yok. Ve neyi sevdiğini bilenle bilmeyen arasındaki fark sadece bilmenin bilincinden ibaret.
Küçük bir biliş farkı.
Mülk gibi aşk da ALLAH'tan.
Ruhun da O, kalbin de O, aklın da O.
Tenin de O, canın da O, cismin de O.
Ve aradan perdeleri kaldırarak O'nu bilmek olarak tanımlanan şey, bu seyr ü sefer, sadece O'nu bilmeyi bilmenin sancısından ibaret.
Sevginin yanılgısı yok. Yanlış olan neyi sevdiğini bilmemek ve yolu yanlış çizmek. Hangi kaynaktan geldiğini suyun, hangi dağın üstünden döküldüğünü aydınlığın, bilmemek. Bilmemek yanlış kılar sevgiyi.
Züleyha ki Yûsuf'u sevdi. İbtida, neyi ve kimi sevdiğini bilmedi. Sonra aşkın kaynağını bildi, Yûsuf'u değil, Yûsuf'ta tecellâ eden nuru sevdiğini fark etti. Yûsuf da, ki rüyasında güneş, ay ve on bir yıldız ona secde etmişti, bir kuyuya atılmış ve kendisine zindanda rüya yorumu verilmişti, önce aşkın kaynağını bildi sonra nurun Züleyha sûretinde tecellâ ettiğini fark etti. Biri sûretten nura yükselirken diğeri nurun sûrette tecellâ ettiğini idrak etti.
İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yûsuf mu, Yakub mu, Züleyha mı? Zindan kimin kader,
Yûsuf'un mu, Yakub'un mu, yoksa Züleyha'nın mı? Yûsuf, Yakub ve Züleyha yok aslında.
Hepsi bir, hepsi O bir, hepsi tek bir.
Söylenmemiş Mesnevi kalmadı yer yüzünde. Her Yûsuf u Züleyha, bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu nasıl mazmun diyor ya, kalbi dipsiz derinliklerde çoğalan Fuzuli, Farsça Divan'ının önsözünde, yani ki Mukaddime'sinde. Hiç kullanılmamış, diye kaldırıp atıyor ya bir imgeyi uykusuz kaldığı gecelerin sabaha değdiği yerde. Sonra aynı gecelerin aynı sabahlara değdiği yerde, bu kez, bu nasıl mazmun, diye yırtıyor ya kullanılmış olan bir başka mazmunu. Hem bilinen hem bilinmeyen, hem kullanılmış bir imge hem kullanılmamış bir imge; böyle olmalı ki sözün hükmü tam olsun. Eski zincire bağlanan bir halka, ama yeni, böyle olsun ki zincir kuvvetli olsun.
Yine aynı ayna
ve birkaç ruh
hepsinin içinde mevcûd
Züleyha'nın acısı acının Züleyha'sı
Bismihû.
Esirge ve bağışla.
Nazan Bekiroğlu-Yusuf ile Züleyha Kalbin Üstünde Titreyen Hüzün
SABIR
Sabrın sonu selâmet,
Sabır hayra alâmet.
Belâ sana kahretsin;
Sen belâya selâm et!
Felâh mı, onda felâh,
Silâh mı, onda silâh.
Sen de kim oluyorsun?
Asıl sabreden Allah.
Sabır, incecik sırat;
Murat içinde murat.
Sabır Hakka tevekkül.
Sabır hakka itimat.
Sabırla pişer koruk,
Yerle bir olur doruk.
Sabır, sabır ve sabır,
İşte Kur'anda buyruk!
Bir sır ki âşikâre,
Avcı yenik şikâre.
Yalnız, yalnız sabırda
Çaresizliğe çare...
Necip Fazıl Kısakürek
Eylul Ruyasi
Ilkokula sadece 3 gun gidebilmis babaannem, beni dizine yatirir, destanlar masallar romanlar anlatir, tekerlemeler, beyitler, siirler, sarkilar soylerdi.. Bayilirdim!.. En son bizim evde ondan duydugum, ve cok hosuma giden bir ilahiyi kasede soylemesini rica etmistim, o da beni kirmamisti.. Nereye kayboldugunu bilmedigim bu kasette, 4 yil once vefat eden yarim hafiz olan dedemin Kur'an okurken, anneannemin de atma turku atarken sesi vardi.. Kasedi kaybettigimden beri yillardir babaannemin ilahisini hatirlamaya calisir dururum.. Bugun bir kere de internette sansimi deneyeyim dedim.. Aklimda kalmis bir iki cumlesini yazdim.. Ve sonunda buldum!:
Hakk'ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni
Anamın karnında ben neler gördüm
Yedi derya geçtim, ummana daldım
Dokuz aylık yoldan sefere geldim
Bir kapısız hana indirdin beni
Ben de bildim şu dünyaya geldiğim
Tuzlandım da çapıtlara belendim
Bir zaman da beşiklerde eğlendim
Anamın sütüne kandırdın beni
Beş yaşında akıl geldi başıma
On yaşında gider oldum işime
Varıp ta değince on beş yaşıma
Bir kuru sevdaya yeldirdin beni
On beş yaşadım, yirmiye yol oldu
Otuzunda çevre yanım göl oldu
Kırk yaşadım, hayrım, şerrim bell'oldu
Hayrımı, şerrimi bildirdin bana
Ellisinde yaşım yarısın geçti
Altmışında yoluna yokuş düştü
Yetmişinde biraz tebdilim şaştı
Mertebe mertebe indirdin beni
Sekseninde beratçığım yazıldı
Doksanında kan damarım üzüldü
Yüz yaşında azalarım çözüldü
Bir sabi masuma döndürdün beni
Karac'oğlan der ki, yaktın yandırdın
Ecel şarabın verdin kandırdın
Emreyledin Azrail'i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni
KARACAOĞLAN
Babaannemin oldugu gun bu kasedi gozyaslari icinde dinlemistim. Son cumleden sonra gulerek "Iste bu kadaaaaaaar!!" diyordu..
Iste bu kadar.
You are Joy!
Oh my God, our intoxicated eyes
Have blurred our visionOur burdens have been made heavy,
Forgive us.
You are hidden and yet
From east to west you have filled the world with Your radiance
Your Light is more magnificent
Than sunrise or sunset
And you are the inmost ground of consciousness
Revealing the secrets we hold.
You are an explosive force
causing our dammed up rivers to burst forth.
You whose essence is hidden
While Your gifts are manifest
You are like water
and we are like millstones
You are like wind and we are like dust;
The wind is hidden while the dust is plainly seen.
You are the invisible spring
and we are your lush garden
You are the spirit of life,
And we are like hand and foot;
Spirit causes the hand to close and open.
You are intelligence,
And we are your voice
Your intelligence causes this tongue to speak.
You are joy and we are laughter,
For we are the result
of the blessing of Your joy
All our movement is really
A continual profession of faith
Bearing witness to Your eternal power
Just as the powerful turning of the millstone
professes faith in the rivers existence.
Dust settles upon my head and upon my metaphors
For You are beyond anything we could ever think or say
And yet this servant cannot stop trying
to express Your beauty in every moment,
let my soul be Your carpet.
Mathnawi V:3307-3319
Her Koyun Kendi Bacagindan Asilir... Mi?
Behlül Dana, ara sıra şehirde dolaşıp, bir kısım insanlara nasihat ederdi. Bazı yanlış işleri gordugunde, derhal o kişileri ikaz ederdi. Bu durumdan rahatsız olan kişiler de, Halife Harun Reşid'e onu sikayet ettiler.
Ve bir kaç koyun alıp, hemen onları kesti.
Kestiği her bir koyunu bir sokağın başına, kendi bacaklarından astı. İnsanlar bunu görüp: "Ne olacak. Delinin yapacağı bir istir bu ancak" dediler.
Lakin günler geçtikçe, ve o etler koktukca, bundan, bütün mahalle rahatsız olmaya basladi. Kokudan durulmaz hale gelince halk, durumu halifeye sikayet etti.
Dediler: "Ey halife, Behlül'e söyleyiniz. Astığı koyunlardan, perisan olduk hepimiz"
Harun Reşid, Behlül’ü çağırınca aldigi cevap soyle oldu:
"Halbuki ben her koyunu kendi bacaklarından astım. Niçin şikayete geldiler ki size bunu? Demek ki, bu şekilde asılsa da her koyun, kokunca, herkese zararı varmış onun. Uzun lafin kisasi anlatmak istedimki bu halle, bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."
Demek ki, layikmisiz
Vücudunun bir yeri, başladı kanamaya.
Buna rağmen kızmayıp, dedi ki: (Ey çocuklar!
Kanattı vücudumu attığınız o taşlar.
Lakin Hak teâlâya ederim ben tevekkül.
Rabbinden başkasına, sığınmaz çünkü Behlül.)
Bir gün de, kendisini gördüler kabristanda.
Kabirler arasında otururdu o anda.
Bu hal, o insanların gitti gariplerine.
Dediler: (Kabristanda ne ararsın sen yine?)
Dedi: (Şu insanlarla otururum ki, bunlar,
Ne bana bir eziyet, ne de gıybet yaparlar.)
Bir defa da, Bağdat'ta, oldu çok pahalılık.
Halkın tahammül gücü, kalmadı buna artık.
Gidip Behlül Dana’ya bunu hatırlatarak,
Dediler: (Dua et de, rahata kavuşsun halk.)
Buyurdu ki: (Vallahi karışmam ben bu işe.
Demek ki, layıkmışız bu fiyat-ı fahişe.
Zira biz, günahlardan tam kaçınsaydık şayet,
Ve emrettiği gibi, yapsaydık tam ibadet,
O zaman, bir tek buğday, bir dinar olsa dahi,
Hiç sıkıntı çekmezdik bu hususta Vallahi.
Çünkü Allah, kefildir kullarının rızkına.
Yeter ki, bu kulluğu tam yapalım biz Ona.)
Sonra da ellerini birbirine vurarak,
Buyurdu ki: (Ey insan, ahiret var muhakkak.
Hep dünyaya çalıştın, yazık ettin kendine.
Bir hazırlık yapmadın lakin ahiretine.
Halbuki ahirette bir hesap var ki yarın,
Senin, o suallere, yok verecek cevabın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çabuk geçer bu dünya.
Bu hayat, bir hayaldir, yahut sanki bir rüya.
Bu faniye aldanan, bulamaz huzur, sevinç.
Aklı olan, gönlünü kaptırır mı buna hiç.
Sadece dünya için çalışırsa bir kimse,
Verir Allah, dünyalık, muradı her ne ise.
Eğer ahiret için çalışırsa bir insan,
Allah, ikisini de, o kula eder ihsan.
Her kim, ikisini de elde etmek isterse,
Her ikisinden dahi, mahrum kalır o kimse.)
Dediler ki: (Efendim, iyi anlamadık biz.
Bunu, bir misal ile izah eder misiniz?)
Behlül Dana baktı ki, önünde bir kalas var.
Bir ucuna geçti ve kaldırıp koydu tekrar.
Sonra, öbür ucuna yürüyüp geçti hemen.
Kaldırdı onu dahi, çok kuvvet sarf etmeden.
İnsanlar bakıyorken onun ne yaptığına,
Bu sefer de, kalasın geçti tam ortasına.
Uğraştı kaldırmaya, yetmedi gücü fakat.
Anladılar o zaman, ne demek ister bu zat.
Abdüllatif Uyan