İflah Olmaz Bir Umutlu!
Thursday, December 24, 2015
Monday, October 12, 2015
Bir hayalim var... (1)
Geçtiğimiz günlerde buralardan Şahin Alpay geçti. Gelişen ekonomisi, Avrupa Birliği'ne üye olma yolunda demokratikleşme süreci, genç nüfusu ve kaynayan kazan Orta Doğu'da arabuluculuk rolüyle bir kaç yıl öncesine kadar dünyanın potansiyel süpergüçleri arasında görülen Türkiye'yi, gazeteler ve TVlerdeki iç karartıcı haberlerle endişeli gözlerle takip eden Kaliforniyalılara Türkiye'de neler olduğuna dair bilgi verdi. Konuşmanın sonuna ve soru-cevap kısmına yetişebildim. Çok makul ve beklendik sorular gelirken, son soruyu Bangladeşli bir bey sordu: "Ortadoğu'daki ülkeler 'tek adam' tarafından yönetildiğinde hep daha az sorun, savaş vardı. Ortadoğu'daki ülkelerde iç savaş olmasının sebebi demokratikleşme. Bu o bölgeye uygun olmayan bir yönetim şekli, değil mi?" dedi.
Sorudan daha çok çözüm önerisi gibi olan bu yorum karşısında şaşakaldım. Şahin bey, bu beyle aynı görüşte olmadığını belirtip kendi nedenlerini açıkladı. Soru-cevap kısmı sonlandıktan sonra bu beyin kendisine yaklaşıp 'Ben aslında Monarşi taraftarıyım' diyerek tartışmaya devam ettiğini duydum. Bir insanın 'özgürlükler ülkesi' Amerika'da yaşamayı seçip kendi ülkesine ve diğer Orta Doğu ülkelerine 'diktatörlük' yönetimini layık görmesi garibime gitmişti.
Konuşma sonrası, 'Neden bir Amerikalı'dan bu cümleleri asla duyamazdım?' diye düşündükçe zihnimden bir çok şey geçmeye başladı. Yüksek Lisans yaptığım yıllarda, Amerikalı arkadaşlarımdan Washington önderliğinde başlayan ve 18 sene süren (1765-1783), Amerika'yı İngiliz Krallığının boyunduruğundan kurtaran, 4 Temmuzdaki bağımsızlık ilanıyla bağımsız bir ülke haline getiren Amerikan İhtilalini dinlemiştim. İngilizler bu tarihten sonra da uzun süre rahat durmuyordu. Ülkeler arasında sürekli büyüklü küçüklü savaşlar yaşanıyor. Hatta iki yıl süren 1812 Savaşının son yılında İngilizler Washington'u ele geçirip şehri baştan başa yakıyor, Amerikalılar şehri geri aldıktan sonra küllerinden yeniden başkentlerini inşa ediyorlar. Demek ki, diyorum, Avrupa'daki farklı krallıklardan 'yeni dünya' hayaliyla kopup gelen bu insanlar, bu dünyayı dişleri tırnaklarıyla binbir zorlukla kurduktan bir müddet sonra monarşiyi kabul etmiyor ve ondan kurtulmak için her türlü mücadeleyi veriyorlar.
Amerika'da doğup büyüyen oğlumun ödevlerine yardım ederken, onunla beraber biraz daha Amerikan tarihi öğreniyorum. Beyazlar daha ayak basmamışken bölgede yaşayan yerlilerin yaşantısını öğreniyoruz. Dahası Chitactac yerlilerine ait hala korunan yaşam alanlarına okulla beraber geziye gidiyor, yaşadıkları 'wigwam'leri inceliyor, nasıl inşa edildiğini öğreniyor, çevreyi gezip besinlerini nasıl, nelerden temin ettiklerini, eşyalarını nasıl yaptıklarını keşfediyor, son aktivite olarak da kızılderili çocukların oynadığı oyunları öğrenip hep beraber oynayıp dönüyoruz. Kaliforniyaya altın bulma ümidiyle gelen ilk Kaliforniyalıların yolculuğunu, ilk evlerini, eşyalarını, okullarını, eğitimlerini, eğlence şekillerini öğreniyor, kendi zamanınkiyle karşılaştırma yapan bir makale hazırlıyor, üstüne 5 gün elektroniksiz yaşama denemesi yaparak o dönemin çocuklarını anlamaya çalışıyorlar. Organik, tarihle bağları koparılmamış bir kültür mirası var. Bazen Kaliforniyaya ilk gelen İspanyol keşif gemilerinden birine gidiyorlar geziye, bazen Silikon Vadisindeki teknolojik buluşların sergilendiği teknoloji müzesine, bazen de hukuk sisteminin işleyiş şeklini görmek için adliyede bir davaya.
Bazen geliyor, bana 'En sevdiğin Başkan kim, anne? Benimki Lincoln' deyiveriyor. 'Oğlum biz Reagan'dan öncesinde bir Kennedy'yi biliriz, Washington kurucuydu, Lincoln'ü falan da kafasındaki uzun şapkasından ve uzun sakalından çıkardım ama ne yapmış ondan gayrı bilmem' dememek için onunla beraber ben de okuyorum. Lincoln'un Amerikanın en sevilen başkanı olduğunu, köleliği kaldırdığı ve bundan dolayı ırkçı bir Amerikalı tarafından 1 hafta bile geçmeden suikaste uğradığı için halkın bu muhabbetini fazlasıyla hakettiğini, uzun şapkasının içinde hep önemli belgelerini sakladığını öğreniyorum. Sonra 'özgürlük savaşçıları'yla alakalı bir proje hazırlıyor. Amerika'nın kuruluşunu okuyoruz. Amerika'nın aynı zamanda mucit olan siyasetçilerini okuyoruz. Amerika'da siyahilerin hakları için savaşanları, hapse girenleri, bu yolda canını verenleri okuyoruz. Kadın haklarının ne kadar zor elde edildiğini öğreniyoruz.
Projesi için Martin Luther King Jr'u seçiyor oğlum. 'Bir hayalim var..' diye başlayan ve tarihe geçen o kocaman lafları söyleyen, hayatını 'ayrımcılık' (segregation) yasalarının kalkmasına adayan ve , Amerikan literatürüne 'sivil itaatsizlik' tanımını kazandırmış bu adamın öldürüldüğünde sadece 39 yaşında olduğunu okuyunca ağlıyorum. Bir gün önce Memphis'te halka yaptığı konuşmada olacakları hissedercesine 'Herkes gibi ben de uzun yaşamak isterim. Ancak artık bu umrumda değil. Sadece Tanrı'nın iradesine teslim olmak istiyorum. Bu gece çok mutluyum ve hiçbir şeyden endişe etmiyorum. Hiç kimseden korkmuyorum. Tanrı bana dağın zirvesine çıkma lütfunda bulundu. Oradan etrafa baktım. Ve ‘Vaadedilmiş Ülke’yi gördüm. Oraya vardığınızda ben sizinle olmayabilirim. Ancak bu gece bilmenizi istiyorum ki biz halk olarak o vaadedilmiş ülkeye ulaşacağız!' dediğini okuyoruz. Birmingham'daki yürüyüşte polisin köpeklerle saldırdığı siyahi çocukları görünce 'Artık Yeter!' diyenleri, siyahlarla otobüste karışık oturmayı istedikleri için otobüsleri yakılan, canlarını zor kurtaran, kafelerde aynı muameleyi görmek için siyahi arkadaşlarıyla beraber oturma eylemi yaparken kafalarından aşağı ırkçılar tarafından kahveden şekere herşey döküldüğü, her türlü hakarete maruz kaldıkları ve dövüldükleri halde yerlerinden bir milim oynamayan beyaz 'Özgürlük Yolcuları'nı öğrenip takdir ediyor, coplarla dövülen, tazyikli suyla biber gazıyla diz çöktürülen, tutuklanan silahsız insanları görünce hakları kazanmanın her dönem bir bedeli olduğunu öğreniyoruz.
Bütün bunlar geçiyor aklımdan, 'bize tek adam ve sülalesi tarafından güdüleceğimiz monarşiler lazım' diyen adamın söylediklerini düşündükçe. Sonra Türkiye'de de bu kadar açık ifade etmeseler ve hatta farkında olmasalar da bu fikrin, bu hissiyatın esiri olan bir dünya insan olduğunu üzülerek farkediyorum. Hep birşeylerden şikayet eden, ama asla o sorunu düzeltmenin kendi görevi olduğunu, kendi elinde olduğunu düşünmeyen bir dünya insan. Klişe bir 'Nerde bu devlet? Nerde bu millet?' sendromu yaşanır hep. Cumhuriyetin kuruluşundan beri hep bir kurtarıcı beklemişizdir, bizi 'muassır medeniyetler seviyesi ve üzerine' çıkarak biri(lerini). 'Kurtarıcı'larımız da olmuş dönem dönem. Kiminin süfyan, kimininin de mesih gördüğü. Kim 'hah işte bize Kızıldeniz'i geçirecek Musa bu' diye birine inandıysa, o onun döneminde çakılı kalmış. O yüzden kimi 'ah o liderin dönemine ışınlansak' derken, kimi şimdiki 'kurtarıcı'dan vazgeçmek istemiyor. O kadar inanmışız ve inanmak istemişiz ki o kişilere, siyasi rakiplerine ve muhaliflere yaptıklarını, hatalarını hep görmezden gelmişiz. Herşeyi herkesten iyi bilen(!) bu özel insanların bizi gütmelerine razı gelmişiz.
Oğlumun öğrendiği tarihi düşünüyorum, bir de bizim gibi tarihle bağları bıçakla kesilip atılmış, geçmişi destan haline getirilmişlerin tarihini. Bize derslerde anlatılan büyük Osmanlı, ondan sonra kurulan Cumhuriyet, bir komutanlar, liderler tarihi gibi daha çok. Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, Atatürk hep insan üstü varlıklarmış gibi anlatılır. Böyle bir lider Anadolunun bağrından kopup gelmiş ve bizi kurtarmış, yarınlara taşımıştır. 'Yaşıyor olsalar ooo..' ile başlayan cümleler duyarız. 'İyi de kardeşim yaşamıyorlar artık. Onlar da kendilerinden öncekiler geri gelse yada biri bizi gelip şu durumdan kurtarsa diye beklentileri olsa herhalde tarihe adlarını yazdıramazdı' diyesim gelir hep. Onların liderliğine, komutanlığına lafım yok ama acaba bir halkı ileriye götürmeye sadece lider(ler) yeterli midir? Manevi olarak kokuşmuş, ahlaksızlaşmış, bölünmüş bir halkın içinden nasıl liderler çıkabilir? Halkın içinden çıkacak liderin kalitesi de halkınki ile doğru orantılı değil midir? Bir halkın 'kendi damarlarında bu kudreti' bulamayıp umutla ileriye değil, geriye bakıp arzu etmesi acıklı bir durum değil midir? Ya da mevcut lider gittiğinde bütün umutlarını kaybedecekmiş psikolojisine sokulması? Amerika'daki Başkanlık sisteminde bir başkan 4 yıl, ikinci kez seçilirse de maksimum 8 yıl yönetimde kalabiliyor. Bu dönemlerde halkın başında, başarısızlıklarıyla anılan Bush Jr gibi başkanlar da olabiliyor, Lincoln ve Roosevelt gibi yaptıkları reformlarla tarihe geçenler de olabiliyor. Ama halk kimseyi 'vazgeçilmez ve yeri doldurulamaz bir kurtarıcı' olarak görmüyor. Hiç bir siyasetçi de koltuğa kök salıp ölünceye kadar Başkan olma, sonra bayrağı oğluna devretme hayali kurmuyor. Clinton örneğinde olduğu gibi, Başkan başarılı bile olsa bir hata yaparsa, başkanlığı halka her zaman hesap vermesine asla engel olmuyor.
Oğlumla Amerikan anayasasıyla alakalı üniteyi çalışırken, örnek olarak 'mesela ben bir gün vatandaş olursam, milletvekili olabilirim ama asla Başkan olamam. Ama sen olabilirsin. Çünkü Başkan olmanın bir şartı da bu topraklarda doğmuş olmak' dedim. 'Ben Başkan olmak istemezdim' diye bir cevap geldi karşıdan. 'Neden oğlum? Ne güzel işte Başkan olmak' dedim. 'Başkan olmak, herkesten fazla çalışmayı, herkesten çok ödev yapmayı ve hayatını bütün halkı mutlu etmeye adamayı gerektirir' dedi. Halkta 'liderimize laf eden diller kopsun' refleksinin olmaması ve küçücük çocukta dahi, dünyanın en güçlü ülkesinin Başkanının da en nihayetinde ülkesine hizmet etmekle yükümlü bir hadim olduğu bilincinin oluşmasına sebep, tarihi insanların, halkın yazdığını görebilmek diye yorumladım bunu.
Türkiye'de insanın bunu hissedebileceği, rantçılar tarafından bozulamamış yegane tek yer geliyor aklıma: Çanakkale Şehitliği. Gitmeden evvel bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim. Her karışını göz yaşlarımızı tutamadan gezdik. Omuz omuza çarpışmış, kucak kucağa şehadet şerbeti içmiş, koyun koyuna yatan, Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez.. Binlercesi için sembolik koyulmuş belki yüz tane mezar taşı. Hala dimdik duran namazgahlar, siperler. Türkiye literatüründe, hakkında iki elin parmağını geçmeyecek kadar az kitap yazılmışken, en büyük savaşlarına ciltler ayıran Avusturalyalılar'ın kaynaklarından aktarılan, dilden dile dolaşan hikayeler.
Beni en çok etkileyeni, taraflar iki tepe üzerinde birbirlerine saatlerce ateş açtıktan sonra yaşanıyor. Neden sonra silahlar susuyor. Ama iki tepe arasında iki ordunun ölmüş ve yaralı askerleri yatıyor. İki taraf da tetikte bekliyor, kafasının ucunu göstereni vuracaklar. Böyle insanı çıldırtan ve saatler süren bir sessizliği yaran başka bir çıldırtıcı durum var. Yaralıların içinde bir asker inliyor ve yaralarının acısından ağlıyor, yardım istiyor. Başka soluk iniltiler de var ama onlar bir bir susuyor bir müddet sonra. Onunki susmuyor. Ağlıyor, yardım istiyor, inliyor. Lakin yardım gelmiyor. Saatler sonra Anzaklar şaşkınlıkla Türk tarafından birinin beyaz bir içliği bir sopaya bağlayıp salladığını görüyorlar. Acaba ateşkes mi olacak, teslim mi oluyorlar sonunda diye düşünürken, Osmanlı askeri koşarak bulunduğu tepeden aşağı iniyor. Yaralı Anzak askerini kucaklayıp karşı mevziye bırakıp koşarak geri dönüyor. Bu esnada vurulup şehit edilmemesinin garantisi yok. Bu askerin düşman askerini taşırkenki heykeli bu cesaretin, diğergamlığın ve düşman bile olsa insana merhametin sembolü olarak oraya dikiliyor. Bir başka hikayede yaralı bir Osmanlı, elindeki kadın resmine bakıp ağlayan yaralı esir bir düşman askerinin yarasını kendine saracağı bezle sarıyor. Alman komutan geldiğinde ikisini de vefat etmiş buluyor. Düşman askerinin yarası sargı beziyle sarılıyken, Türkün yarasına topladığı yaprakları bastığını görüp göz yaşlarını tutamıyor. Bunun gibi, o kadar hikaye var ki, bir Avusturalyalı olarak Russel Crowe Türkiye'ye gelip yenilgiye uğrayıp onca kayıp verdikleri savaşı anlattığı filme, Türklerin yüce gönüllüğünün konu ediyor.
Bugünün 'Osmanlı özlemi çeken çocukları'(!) ise bilim alanında Nobel ödülü almış bir Türk'e sevinmeden önce etnik kökenini, dinini, mezhebini, politik görüşünü sorma ihtiyacı duyuyor. 100 silahsız kişinin havaya uçarak öldürüldüğü, nicesinin sakat kaldığı bir patlamada baş sağlığı dilemenin, 'geçmiş olsun' demenin de şartları var onlar için. Düşmanlarının cesetlerini çırılçıplak soyup sokaklarda ifşa etmenin, cesetleri arabaların arkasına bağlayıp sürüklemenin, bunu fotoğraflayıp elden ele gezdirip, 'leş' demenin şerefli, övünülecek bir yanı olduğunu sanıyorlar. Savaşı bile ahlaklı bir şekilde, fedakarlık, diğergamlık destanı yazarak, sadece topraklarını korumakla kalmadan, düşmanının da gönlünü fethederek kazanan dedelerinden haberleri var mı acaba bu 'Osmanlı Sevdalılar'ının? Seyyid Onbaşı'nın tek başına o gülleyi topa koyup bir gemiyi sulara gömmesiyle başlayan zafer sürecinin bu kuvvei maneviyye ile de alakası olabileceği, Allah'ın bu zaferi bu ruha karşılık takdir etmiş olma ihtimali hiç akıllarının ucundan geçmiyor mu? Sanmam. Tıpkı kendini patlatan çocuğun, her türlü eziyete maruz kalmış, hakaret edilmiş, deli denilmiş, ayakkabılarının içi kanla dolana kadar taşlanmış, tükürük yağmuruna tutulmuş, sırtına deve bağırsağı konmuş, sürülmüş, açlıktan karnına 2 taş birden bağlamak zorunda kalacak kadar aç kalmış, zehirlenmiş, büyü yapılmış, yaralanmış Peygamber(sav)inin Taif'de Cebrail(as) yanında dağlarla sorumlu melekle gelip 'Dile bu dağları üstlerine kapatalım' dediğinde 'Ben sadece onların nesillerinden yalnız Allah'a ibadet edecek, O'na hiçbirşeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim' dediğini bildiğini sanmadığım gibi. İnsanları kendini feda ederek 'öldürme'nin değil, 'yaşatma'nın, onlara Allah'ı ve dinini sevdirmenin, onlara iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındırmanın en yüce ülkü olduğunu anlayabilmelerini dilerdim. Osmanlı ruhunun 'kültürlerin kendi tadını kaybetmeden birlikte piştiği bir tencere' gibi olduğunu, ne zaman guruplara ve onun da alt guruplarını ayrıldıysak, o zaman kaybetmeye başladığımızı, 'bir onlardan, bir bunlardan' ölerek, kaybederek azaldığımızı, hep birlikte eksildiğimizi, birbirimizi eksilttiğimizi bir görmelerini isterdim.
Yine de umudum var benim. Martin Luther King Jr gibi bir hayalim var. Bir yanda Amerika'da 50 yıl önce siyahilerin en basit hak için verdikleri mücadele, kendilerini bu uğurda feda edenler, Martin Luther'ler, Amelia Boynton'lar, Malcolm X'ler, diğer yanda şimdi Amerika'yı yöneten siyahi Başkan Obama. Aynı demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesinden şimdi Türkiye geçiyor ve kazanacağız, ümid ediyorum. Dağlarda şehit olan askerlerin, yollarda kahpece katledilen polislerin, barış isterken öldürülen gençlerin boşuna ölmediklerine, annelerinin feryatlarının, arşa açılan ellerinin karşılığı olduğuna inanıyorum. Bir gün -MLKnın dediği gibi belki o günü biz göremeyeceğiz- ama bir gün halk olarak, o günlere varacağız. O zaman tarih kitaplarımızda bu değişim sırasında kaybettiğimiz, kendini feda eden ama susmayan, hapse atılsa da öldürülse de doğruları haykıran, sosyal medyada sivil direnişin örneği olarak gösterilecek insanlar olacak. Ve çocuklarımız, torunlarımız, bizim tarihimize bakıp reformların halk tarafından yapılabileceğini, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymadan herkesin bu vatana hizmet edebileceğini, geleceğe umutla bakabileceklerini, çünkü geleceği kendilerinin inşa edeceklerini görebilecekler. Inanıyorum...
Sorudan daha çok çözüm önerisi gibi olan bu yorum karşısında şaşakaldım. Şahin bey, bu beyle aynı görüşte olmadığını belirtip kendi nedenlerini açıkladı. Soru-cevap kısmı sonlandıktan sonra bu beyin kendisine yaklaşıp 'Ben aslında Monarşi taraftarıyım' diyerek tartışmaya devam ettiğini duydum. Bir insanın 'özgürlükler ülkesi' Amerika'da yaşamayı seçip kendi ülkesine ve diğer Orta Doğu ülkelerine 'diktatörlük' yönetimini layık görmesi garibime gitmişti.
Konuşma sonrası, 'Neden bir Amerikalı'dan bu cümleleri asla duyamazdım?' diye düşündükçe zihnimden bir çok şey geçmeye başladı. Yüksek Lisans yaptığım yıllarda, Amerikalı arkadaşlarımdan Washington önderliğinde başlayan ve 18 sene süren (1765-1783), Amerika'yı İngiliz Krallığının boyunduruğundan kurtaran, 4 Temmuzdaki bağımsızlık ilanıyla bağımsız bir ülke haline getiren Amerikan İhtilalini dinlemiştim. İngilizler bu tarihten sonra da uzun süre rahat durmuyordu. Ülkeler arasında sürekli büyüklü küçüklü savaşlar yaşanıyor. Hatta iki yıl süren 1812 Savaşının son yılında İngilizler Washington'u ele geçirip şehri baştan başa yakıyor, Amerikalılar şehri geri aldıktan sonra küllerinden yeniden başkentlerini inşa ediyorlar. Demek ki, diyorum, Avrupa'daki farklı krallıklardan 'yeni dünya' hayaliyla kopup gelen bu insanlar, bu dünyayı dişleri tırnaklarıyla binbir zorlukla kurduktan bir müddet sonra monarşiyi kabul etmiyor ve ondan kurtulmak için her türlü mücadeleyi veriyorlar.
Amerika'da doğup büyüyen oğlumun ödevlerine yardım ederken, onunla beraber biraz daha Amerikan tarihi öğreniyorum. Beyazlar daha ayak basmamışken bölgede yaşayan yerlilerin yaşantısını öğreniyoruz. Dahası Chitactac yerlilerine ait hala korunan yaşam alanlarına okulla beraber geziye gidiyor, yaşadıkları 'wigwam'leri inceliyor, nasıl inşa edildiğini öğreniyor, çevreyi gezip besinlerini nasıl, nelerden temin ettiklerini, eşyalarını nasıl yaptıklarını keşfediyor, son aktivite olarak da kızılderili çocukların oynadığı oyunları öğrenip hep beraber oynayıp dönüyoruz. Kaliforniyaya altın bulma ümidiyle gelen ilk Kaliforniyalıların yolculuğunu, ilk evlerini, eşyalarını, okullarını, eğitimlerini, eğlence şekillerini öğreniyor, kendi zamanınkiyle karşılaştırma yapan bir makale hazırlıyor, üstüne 5 gün elektroniksiz yaşama denemesi yaparak o dönemin çocuklarını anlamaya çalışıyorlar. Organik, tarihle bağları koparılmamış bir kültür mirası var. Bazen Kaliforniyaya ilk gelen İspanyol keşif gemilerinden birine gidiyorlar geziye, bazen Silikon Vadisindeki teknolojik buluşların sergilendiği teknoloji müzesine, bazen de hukuk sisteminin işleyiş şeklini görmek için adliyede bir davaya.
Bazen geliyor, bana 'En sevdiğin Başkan kim, anne? Benimki Lincoln' deyiveriyor. 'Oğlum biz Reagan'dan öncesinde bir Kennedy'yi biliriz, Washington kurucuydu, Lincoln'ü falan da kafasındaki uzun şapkasından ve uzun sakalından çıkardım ama ne yapmış ondan gayrı bilmem' dememek için onunla beraber ben de okuyorum. Lincoln'un Amerikanın en sevilen başkanı olduğunu, köleliği kaldırdığı ve bundan dolayı ırkçı bir Amerikalı tarafından 1 hafta bile geçmeden suikaste uğradığı için halkın bu muhabbetini fazlasıyla hakettiğini, uzun şapkasının içinde hep önemli belgelerini sakladığını öğreniyorum. Sonra 'özgürlük savaşçıları'yla alakalı bir proje hazırlıyor. Amerika'nın kuruluşunu okuyoruz. Amerika'nın aynı zamanda mucit olan siyasetçilerini okuyoruz. Amerika'da siyahilerin hakları için savaşanları, hapse girenleri, bu yolda canını verenleri okuyoruz. Kadın haklarının ne kadar zor elde edildiğini öğreniyoruz.
Projesi için Martin Luther King Jr'u seçiyor oğlum. 'Bir hayalim var..' diye başlayan ve tarihe geçen o kocaman lafları söyleyen, hayatını 'ayrımcılık' (segregation) yasalarının kalkmasına adayan ve , Amerikan literatürüne 'sivil itaatsizlik' tanımını kazandırmış bu adamın öldürüldüğünde sadece 39 yaşında olduğunu okuyunca ağlıyorum. Bir gün önce Memphis'te halka yaptığı konuşmada olacakları hissedercesine 'Herkes gibi ben de uzun yaşamak isterim. Ancak artık bu umrumda değil. Sadece Tanrı'nın iradesine teslim olmak istiyorum. Bu gece çok mutluyum ve hiçbir şeyden endişe etmiyorum. Hiç kimseden korkmuyorum. Tanrı bana dağın zirvesine çıkma lütfunda bulundu. Oradan etrafa baktım. Ve ‘Vaadedilmiş Ülke’yi gördüm. Oraya vardığınızda ben sizinle olmayabilirim. Ancak bu gece bilmenizi istiyorum ki biz halk olarak o vaadedilmiş ülkeye ulaşacağız!' dediğini okuyoruz. Birmingham'daki yürüyüşte polisin köpeklerle saldırdığı siyahi çocukları görünce 'Artık Yeter!' diyenleri, siyahlarla otobüste karışık oturmayı istedikleri için otobüsleri yakılan, canlarını zor kurtaran, kafelerde aynı muameleyi görmek için siyahi arkadaşlarıyla beraber oturma eylemi yaparken kafalarından aşağı ırkçılar tarafından kahveden şekere herşey döküldüğü, her türlü hakarete maruz kaldıkları ve dövüldükleri halde yerlerinden bir milim oynamayan beyaz 'Özgürlük Yolcuları'nı öğrenip takdir ediyor, coplarla dövülen, tazyikli suyla biber gazıyla diz çöktürülen, tutuklanan silahsız insanları görünce hakları kazanmanın her dönem bir bedeli olduğunu öğreniyoruz.
Bütün bunlar geçiyor aklımdan, 'bize tek adam ve sülalesi tarafından güdüleceğimiz monarşiler lazım' diyen adamın söylediklerini düşündükçe. Sonra Türkiye'de de bu kadar açık ifade etmeseler ve hatta farkında olmasalar da bu fikrin, bu hissiyatın esiri olan bir dünya insan olduğunu üzülerek farkediyorum. Hep birşeylerden şikayet eden, ama asla o sorunu düzeltmenin kendi görevi olduğunu, kendi elinde olduğunu düşünmeyen bir dünya insan. Klişe bir 'Nerde bu devlet? Nerde bu millet?' sendromu yaşanır hep. Cumhuriyetin kuruluşundan beri hep bir kurtarıcı beklemişizdir, bizi 'muassır medeniyetler seviyesi ve üzerine' çıkarak biri(lerini). 'Kurtarıcı'larımız da olmuş dönem dönem. Kiminin süfyan, kimininin de mesih gördüğü. Kim 'hah işte bize Kızıldeniz'i geçirecek Musa bu' diye birine inandıysa, o onun döneminde çakılı kalmış. O yüzden kimi 'ah o liderin dönemine ışınlansak' derken, kimi şimdiki 'kurtarıcı'dan vazgeçmek istemiyor. O kadar inanmışız ve inanmak istemişiz ki o kişilere, siyasi rakiplerine ve muhaliflere yaptıklarını, hatalarını hep görmezden gelmişiz. Herşeyi herkesten iyi bilen(!) bu özel insanların bizi gütmelerine razı gelmişiz.
Oğlumun öğrendiği tarihi düşünüyorum, bir de bizim gibi tarihle bağları bıçakla kesilip atılmış, geçmişi destan haline getirilmişlerin tarihini. Bize derslerde anlatılan büyük Osmanlı, ondan sonra kurulan Cumhuriyet, bir komutanlar, liderler tarihi gibi daha çok. Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, Atatürk hep insan üstü varlıklarmış gibi anlatılır. Böyle bir lider Anadolunun bağrından kopup gelmiş ve bizi kurtarmış, yarınlara taşımıştır. 'Yaşıyor olsalar ooo..' ile başlayan cümleler duyarız. 'İyi de kardeşim yaşamıyorlar artık. Onlar da kendilerinden öncekiler geri gelse yada biri bizi gelip şu durumdan kurtarsa diye beklentileri olsa herhalde tarihe adlarını yazdıramazdı' diyesim gelir hep. Onların liderliğine, komutanlığına lafım yok ama acaba bir halkı ileriye götürmeye sadece lider(ler) yeterli midir? Manevi olarak kokuşmuş, ahlaksızlaşmış, bölünmüş bir halkın içinden nasıl liderler çıkabilir? Halkın içinden çıkacak liderin kalitesi de halkınki ile doğru orantılı değil midir? Bir halkın 'kendi damarlarında bu kudreti' bulamayıp umutla ileriye değil, geriye bakıp arzu etmesi acıklı bir durum değil midir? Ya da mevcut lider gittiğinde bütün umutlarını kaybedecekmiş psikolojisine sokulması? Amerika'daki Başkanlık sisteminde bir başkan 4 yıl, ikinci kez seçilirse de maksimum 8 yıl yönetimde kalabiliyor. Bu dönemlerde halkın başında, başarısızlıklarıyla anılan Bush Jr gibi başkanlar da olabiliyor, Lincoln ve Roosevelt gibi yaptıkları reformlarla tarihe geçenler de olabiliyor. Ama halk kimseyi 'vazgeçilmez ve yeri doldurulamaz bir kurtarıcı' olarak görmüyor. Hiç bir siyasetçi de koltuğa kök salıp ölünceye kadar Başkan olma, sonra bayrağı oğluna devretme hayali kurmuyor. Clinton örneğinde olduğu gibi, Başkan başarılı bile olsa bir hata yaparsa, başkanlığı halka her zaman hesap vermesine asla engel olmuyor.
Oğlumla Amerikan anayasasıyla alakalı üniteyi çalışırken, örnek olarak 'mesela ben bir gün vatandaş olursam, milletvekili olabilirim ama asla Başkan olamam. Ama sen olabilirsin. Çünkü Başkan olmanın bir şartı da bu topraklarda doğmuş olmak' dedim. 'Ben Başkan olmak istemezdim' diye bir cevap geldi karşıdan. 'Neden oğlum? Ne güzel işte Başkan olmak' dedim. 'Başkan olmak, herkesten fazla çalışmayı, herkesten çok ödev yapmayı ve hayatını bütün halkı mutlu etmeye adamayı gerektirir' dedi. Halkta 'liderimize laf eden diller kopsun' refleksinin olmaması ve küçücük çocukta dahi, dünyanın en güçlü ülkesinin Başkanının da en nihayetinde ülkesine hizmet etmekle yükümlü bir hadim olduğu bilincinin oluşmasına sebep, tarihi insanların, halkın yazdığını görebilmek diye yorumladım bunu.
Türkiye'de insanın bunu hissedebileceği, rantçılar tarafından bozulamamış yegane tek yer geliyor aklıma: Çanakkale Şehitliği. Gitmeden evvel bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim. Her karışını göz yaşlarımızı tutamadan gezdik. Omuz omuza çarpışmış, kucak kucağa şehadet şerbeti içmiş, koyun koyuna yatan, Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez.. Binlercesi için sembolik koyulmuş belki yüz tane mezar taşı. Hala dimdik duran namazgahlar, siperler. Türkiye literatüründe, hakkında iki elin parmağını geçmeyecek kadar az kitap yazılmışken, en büyük savaşlarına ciltler ayıran Avusturalyalılar'ın kaynaklarından aktarılan, dilden dile dolaşan hikayeler.
Beni en çok etkileyeni, taraflar iki tepe üzerinde birbirlerine saatlerce ateş açtıktan sonra yaşanıyor. Neden sonra silahlar susuyor. Ama iki tepe arasında iki ordunun ölmüş ve yaralı askerleri yatıyor. İki taraf da tetikte bekliyor, kafasının ucunu göstereni vuracaklar. Böyle insanı çıldırtan ve saatler süren bir sessizliği yaran başka bir çıldırtıcı durum var. Yaralıların içinde bir asker inliyor ve yaralarının acısından ağlıyor, yardım istiyor. Başka soluk iniltiler de var ama onlar bir bir susuyor bir müddet sonra. Onunki susmuyor. Ağlıyor, yardım istiyor, inliyor. Lakin yardım gelmiyor. Saatler sonra Anzaklar şaşkınlıkla Türk tarafından birinin beyaz bir içliği bir sopaya bağlayıp salladığını görüyorlar. Acaba ateşkes mi olacak, teslim mi oluyorlar sonunda diye düşünürken, Osmanlı askeri koşarak bulunduğu tepeden aşağı iniyor. Yaralı Anzak askerini kucaklayıp karşı mevziye bırakıp koşarak geri dönüyor. Bu esnada vurulup şehit edilmemesinin garantisi yok. Bu askerin düşman askerini taşırkenki heykeli bu cesaretin, diğergamlığın ve düşman bile olsa insana merhametin sembolü olarak oraya dikiliyor. Bir başka hikayede yaralı bir Osmanlı, elindeki kadın resmine bakıp ağlayan yaralı esir bir düşman askerinin yarasını kendine saracağı bezle sarıyor. Alman komutan geldiğinde ikisini de vefat etmiş buluyor. Düşman askerinin yarası sargı beziyle sarılıyken, Türkün yarasına topladığı yaprakları bastığını görüp göz yaşlarını tutamıyor. Bunun gibi, o kadar hikaye var ki, bir Avusturalyalı olarak Russel Crowe Türkiye'ye gelip yenilgiye uğrayıp onca kayıp verdikleri savaşı anlattığı filme, Türklerin yüce gönüllüğünün konu ediyor.
Bugünün 'Osmanlı özlemi çeken çocukları'(!) ise bilim alanında Nobel ödülü almış bir Türk'e sevinmeden önce etnik kökenini, dinini, mezhebini, politik görüşünü sorma ihtiyacı duyuyor. 100 silahsız kişinin havaya uçarak öldürüldüğü, nicesinin sakat kaldığı bir patlamada baş sağlığı dilemenin, 'geçmiş olsun' demenin de şartları var onlar için. Düşmanlarının cesetlerini çırılçıplak soyup sokaklarda ifşa etmenin, cesetleri arabaların arkasına bağlayıp sürüklemenin, bunu fotoğraflayıp elden ele gezdirip, 'leş' demenin şerefli, övünülecek bir yanı olduğunu sanıyorlar. Savaşı bile ahlaklı bir şekilde, fedakarlık, diğergamlık destanı yazarak, sadece topraklarını korumakla kalmadan, düşmanının da gönlünü fethederek kazanan dedelerinden haberleri var mı acaba bu 'Osmanlı Sevdalılar'ının? Seyyid Onbaşı'nın tek başına o gülleyi topa koyup bir gemiyi sulara gömmesiyle başlayan zafer sürecinin bu kuvvei maneviyye ile de alakası olabileceği, Allah'ın bu zaferi bu ruha karşılık takdir etmiş olma ihtimali hiç akıllarının ucundan geçmiyor mu? Sanmam. Tıpkı kendini patlatan çocuğun, her türlü eziyete maruz kalmış, hakaret edilmiş, deli denilmiş, ayakkabılarının içi kanla dolana kadar taşlanmış, tükürük yağmuruna tutulmuş, sırtına deve bağırsağı konmuş, sürülmüş, açlıktan karnına 2 taş birden bağlamak zorunda kalacak kadar aç kalmış, zehirlenmiş, büyü yapılmış, yaralanmış Peygamber(sav)inin Taif'de Cebrail(as) yanında dağlarla sorumlu melekle gelip 'Dile bu dağları üstlerine kapatalım' dediğinde 'Ben sadece onların nesillerinden yalnız Allah'a ibadet edecek, O'na hiçbirşeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim' dediğini bildiğini sanmadığım gibi. İnsanları kendini feda ederek 'öldürme'nin değil, 'yaşatma'nın, onlara Allah'ı ve dinini sevdirmenin, onlara iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındırmanın en yüce ülkü olduğunu anlayabilmelerini dilerdim. Osmanlı ruhunun 'kültürlerin kendi tadını kaybetmeden birlikte piştiği bir tencere' gibi olduğunu, ne zaman guruplara ve onun da alt guruplarını ayrıldıysak, o zaman kaybetmeye başladığımızı, 'bir onlardan, bir bunlardan' ölerek, kaybederek azaldığımızı, hep birlikte eksildiğimizi, birbirimizi eksilttiğimizi bir görmelerini isterdim.
Yine de umudum var benim. Martin Luther King Jr gibi bir hayalim var. Bir yanda Amerika'da 50 yıl önce siyahilerin en basit hak için verdikleri mücadele, kendilerini bu uğurda feda edenler, Martin Luther'ler, Amelia Boynton'lar, Malcolm X'ler, diğer yanda şimdi Amerika'yı yöneten siyahi Başkan Obama. Aynı demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesinden şimdi Türkiye geçiyor ve kazanacağız, ümid ediyorum. Dağlarda şehit olan askerlerin, yollarda kahpece katledilen polislerin, barış isterken öldürülen gençlerin boşuna ölmediklerine, annelerinin feryatlarının, arşa açılan ellerinin karşılığı olduğuna inanıyorum. Bir gün -MLKnın dediği gibi belki o günü biz göremeyeceğiz- ama bir gün halk olarak, o günlere varacağız. O zaman tarih kitaplarımızda bu değişim sırasında kaybettiğimiz, kendini feda eden ama susmayan, hapse atılsa da öldürülse de doğruları haykıran, sosyal medyada sivil direnişin örneği olarak gösterilecek insanlar olacak. Ve çocuklarımız, torunlarımız, bizim tarihimize bakıp reformların halk tarafından yapılabileceğini, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymadan herkesin bu vatana hizmet edebileceğini, geleceğe umutla bakabileceklerini, çünkü geleceği kendilerinin inşa edeceklerini görebilecekler. Inanıyorum...
Thursday, November 21, 2013
Yaz-Boz
Ortaokuldayım.
Son sınıfta.
Bu kez bulunduğum sınıf okulun 'Hababam Sınıfı' tabir ettiği cinsten. Sınıfın çoğunluğu öyle değil. Ama kesinlikle otorite nedir dinlemeyen, sallamayan çocuklar var. Hepsi iyi çocuklar aslında. Ama yetişkinlikle çocukluk arasını sıkıştıkları yerden, dertlerini çok anlatamadıkları için belki de, derse, hocalara sıra geldi mi başka dünyalardayız. Benimse -belki de gerçekten garip bir çocuk olduğumdan- matematiği, fiziği dışarıda arkadaşlarla takılmaktan daha çok sevdiğim yıllar.
Resim dersinin hocası, bu arkadaşların bazıları ile haliyle baş edemiyor. Aralarında konuşanları, geyik yapanları kendi dersinde ya öğretmen masasına oturtuyor. Ya da en önde oturan bizi en arkaya onların yerine gönderip kendi gözünün önüne onları alıyor.
'O' da o çocuklardan. Sınıfın en uzunlarından olduğu için yaşından büyük duruyor. Esmerce. Hafif bıyıkları terlemiş. Ama içi çocuk. Bizim gibi. Ama aklı bir karış havada. Öğretmen masasına oturturken onu, bizi gösterip "Bak bunlar örnek öğrenciler. Biraz bak da örnek al" diyor. Aslını isterseniz, öğretmenin böyle yapması bizi bunlar, şunlar diye ayırıp sınıflandırması, zihninde başka yerlere savurması hiç mi hiç hoşuma gitmiyor. Bence 'O'nun da hiç hoşuna gitmiyor, hatta zoruna bile gidiyor olabilir. Ondan belki de ders sonuna kadar durup durup dalga geçip 'ördek öğrenciymiş bunlar. ahaha. sizi gidi ördek öğrenciler' deyip duruyor. Aslında ismini hiç hatırlamayacağım bir çocuk. Çoğunun adını hatırlamıyorum ortaokuldaki arkadaşlarımın.
Ama onunkini hatırlıyorum.
Kerim.
Çünkü...
Bu sefer lisedeyim. Bir Milli Eğitim Bakanımızın aklına reform yapmak gelmiş. Kredili sistem demiş. Önce sevindik. Ne sevinme. Çünkü krediler tamamlanınca okul bitiyor. Yani erkenden bitiyor. Ben de bir dönem erken bitirenlerdenim liseyi. Mis gibi oturup son dönem üniversite sınavlarına hazırlananlardanım. Ama. Aması bazılarının kredi tamamlamak için aldığı dersler arasında boş dersler oluyor. Ben boş derslerde test çözüyorum. Çoğusu boş derslerde kapı önlerinde takılıyorlar. 'O'nunla ortaokuldan beri aynı sınıfta değiliz. Yani Kerim'le. Adını bile duymamışım o zaman bu zaman. Ama bir gün haber geliyor. 'Son sınıftan Fatih diye bi çocuk şu sınıftan Kerim diye bi çocuğu kız yüzünden bacağından bıçaklamış. Çocuk kendini kabul edecek hastane bulana kadar kan kaybından ölmüş!' diyorlar. Ölmüş mü? Biri mi ölmüş bizim okulda? Hem de öldürülmüş! Hangi Kerim diye sorarken öğreniyoruz. Ya bu bizim orta sondaki uzun kara kuru, bize ördek öğrenci diyen dalgacı çocuk! Olamaz ya! Bizim okulda böyle şeyler olamaz diyoruz. Daha iki hafta önce başka bir okulda olmuştu biri birini öldürmüştü. Ama bizim okul başka okul değildi. Bizde olamaz. Bıçaklama bile olamaz. Siz ölmüş diyorsunuz.
Ama oldu. O sene 7 farklı lisede 7 genç başka 7 genç tarafından öldürüldü. Sonra televizyonlarda başladı bir tartışma. Vay efendim acaba bu kredili sistem çok düşünülmeden mi uygulanmaya konulmuştu? Acaba bu çocuklar -yani biz- bu sistemin denekleri miydik? Medyada çok mu vurdu-kırdı vardı? Anne-babalar mı ilgisizdi? Lise yaşlarındaki çocukları ailelerinin denetlemesi zor boş zamanlar, boş geçen ara dersler vaadeden bu sistem kaldırılmalı mıydı? Falan filan. Tabii olan olmuştu. Giden gelmiyordu. Kerim'in ailesini, birgün ben otobüs beklerken, yolun öbür yanında mezarlık ziyaretine giderken görmüştüm. Yüzlerindeki acı, boş, donuk ifade, gözlerindeki çaresizlik, babanın koluna girmiş hayalet gibi yürüyen anne.. Biz sınav telaşı yaşarken onların mezarlıktaki oğullarını ziyaret ediyor olmaları, içim ezilmişti.
Öldürenin arkadaşları vardı bizim serviste. Aynı bakışlar, hayal kırıklığı, 'okul bitmek üzereyken hayatını kararttı, birini mezara gönderirken kendinin en güzel yılları hapiste geçecek' diyenler. Ağlayanlar.
Bir kaç yıl sonra kredili sistem iptal edildi. Sebep neydi çok bilemeyeceğim. Zira üniversite öğrencisiydik artık. Liseleri takip edemiyorduk artık. Ama sistemde başkaca sıkıntılar da olduğu ortaya çıkmıştı bir kaç yıllık deneme sürecinden sonra. Biz süreci hasarsız atlatan şanslı deneklerdik.
Ben Türkiye'nin yahut Istanbul'un en iyi okullarından birinden mezun değilim. Ama gittiğim okul düz lise olarak Üsküdar'ın o vakit en iyi okulu sayılırdı. Ve ben o okulun okul birincisiydim. Son dakika -işlerimi son ana bıraktığım ve biraz da kendime güvendiğim için- bir iki dersanenin seviye tespit sınavına yetişebilmiş, birinden aldığım puan sebebiyle indirim alarak o dersaneye gitmeye başlamıştım. En yakın arkadaşımsa -nam-ı diğer, öbür ördek öğrenci- o kadar şanslı değildi. Çok başarılı bir öğrenciydi ama o sene ailecek yeni bir iş açtıklarından onu evlerine yakın çok da iyi olmayan bir dersaneye anca sene ortasında gönderebilmişlerdi. Arkadaşım okulda o kadar başarılı olmasına rağmen o sene üniversiteyi kazanamadı. Depresyona girdi. Bir yıl benimle konuşmak istemedi. Ben ilk yılımı okurken onun ailesi durumlarını toparlayıp onu iyi bir dersaneye gönderdi. Ve bir yıl sonra beni arayıp İstanbul Tıp Fakültesini kazandığını haber verdi.
Söyleyeceğim o ki, şimdi gene birileri birşeyleri değiştirmeye karar verdi. Ve ben ne kadar hazır olunduğuna emin değilim. Birileri gene denek olup arada kaynayıp yitip gidecek diye endişeleniyorum. Son sınıfta üniversiteyi kazanamayıp sonraki senelerde tekrar tekrar deneyenlere neler olacak merak ediyorum. Lise çağında liseyi okuyamayıp ileriki yaşlarında imkan bulup hayata yeniden başlama fırsatını yakalayıp, liseyi dışarıdan okuyup sınava dersanelerle hazırlanıp üniversite okuma, meslek sahibi olma şansına kavuşanlara ne olacak merak ediyorum. Birkaç sene sonra 'yok efendim bu tutmadı, başka bir sistem deneyelim' dendiğinde araya kaynayanların, şanssız deneklerin vebalini kim ödeyecek merak ediyorum. Bunun iyice düşünülmeden, planlanmadan, oldu-bittiyle yapılması, itirazların 'şu cemaatle bu parti arasındaki sorun' seviyesine indirilmesi, vesayet, rant meselesi denip geçilmesini lisede yukarıda bahsettiklerimi tecrübe etmiş biri olarak endişe verici buluyorum. Bu en iyi kalitede eğitim almak isteyen ve bu hakka sahip olan herkesin söz hakkı olması gereken bir mesele. Guruplar arası laf dalaşında arada bu ülkenin geleceği olan gencecik insanların güme gitmesine razı olunamayacak kadar önemli bir mesele.
Kısaca, 'Filler tepişirken çimenler ezilmesin' diye temenni ediyorum.
Son sınıfta.
Bu kez bulunduğum sınıf okulun 'Hababam Sınıfı' tabir ettiği cinsten. Sınıfın çoğunluğu öyle değil. Ama kesinlikle otorite nedir dinlemeyen, sallamayan çocuklar var. Hepsi iyi çocuklar aslında. Ama yetişkinlikle çocukluk arasını sıkıştıkları yerden, dertlerini çok anlatamadıkları için belki de, derse, hocalara sıra geldi mi başka dünyalardayız. Benimse -belki de gerçekten garip bir çocuk olduğumdan- matematiği, fiziği dışarıda arkadaşlarla takılmaktan daha çok sevdiğim yıllar.
Resim dersinin hocası, bu arkadaşların bazıları ile haliyle baş edemiyor. Aralarında konuşanları, geyik yapanları kendi dersinde ya öğretmen masasına oturtuyor. Ya da en önde oturan bizi en arkaya onların yerine gönderip kendi gözünün önüne onları alıyor.
'O' da o çocuklardan. Sınıfın en uzunlarından olduğu için yaşından büyük duruyor. Esmerce. Hafif bıyıkları terlemiş. Ama içi çocuk. Bizim gibi. Ama aklı bir karış havada. Öğretmen masasına oturturken onu, bizi gösterip "Bak bunlar örnek öğrenciler. Biraz bak da örnek al" diyor. Aslını isterseniz, öğretmenin böyle yapması bizi bunlar, şunlar diye ayırıp sınıflandırması, zihninde başka yerlere savurması hiç mi hiç hoşuma gitmiyor. Bence 'O'nun da hiç hoşuna gitmiyor, hatta zoruna bile gidiyor olabilir. Ondan belki de ders sonuna kadar durup durup dalga geçip 'ördek öğrenciymiş bunlar. ahaha. sizi gidi ördek öğrenciler' deyip duruyor. Aslında ismini hiç hatırlamayacağım bir çocuk. Çoğunun adını hatırlamıyorum ortaokuldaki arkadaşlarımın.
Ama onunkini hatırlıyorum.
Kerim.
Çünkü...
Bu sefer lisedeyim. Bir Milli Eğitim Bakanımızın aklına reform yapmak gelmiş. Kredili sistem demiş. Önce sevindik. Ne sevinme. Çünkü krediler tamamlanınca okul bitiyor. Yani erkenden bitiyor. Ben de bir dönem erken bitirenlerdenim liseyi. Mis gibi oturup son dönem üniversite sınavlarına hazırlananlardanım. Ama. Aması bazılarının kredi tamamlamak için aldığı dersler arasında boş dersler oluyor. Ben boş derslerde test çözüyorum. Çoğusu boş derslerde kapı önlerinde takılıyorlar. 'O'nunla ortaokuldan beri aynı sınıfta değiliz. Yani Kerim'le. Adını bile duymamışım o zaman bu zaman. Ama bir gün haber geliyor. 'Son sınıftan Fatih diye bi çocuk şu sınıftan Kerim diye bi çocuğu kız yüzünden bacağından bıçaklamış. Çocuk kendini kabul edecek hastane bulana kadar kan kaybından ölmüş!' diyorlar. Ölmüş mü? Biri mi ölmüş bizim okulda? Hem de öldürülmüş! Hangi Kerim diye sorarken öğreniyoruz. Ya bu bizim orta sondaki uzun kara kuru, bize ördek öğrenci diyen dalgacı çocuk! Olamaz ya! Bizim okulda böyle şeyler olamaz diyoruz. Daha iki hafta önce başka bir okulda olmuştu biri birini öldürmüştü. Ama bizim okul başka okul değildi. Bizde olamaz. Bıçaklama bile olamaz. Siz ölmüş diyorsunuz.
Ama oldu. O sene 7 farklı lisede 7 genç başka 7 genç tarafından öldürüldü. Sonra televizyonlarda başladı bir tartışma. Vay efendim acaba bu kredili sistem çok düşünülmeden mi uygulanmaya konulmuştu? Acaba bu çocuklar -yani biz- bu sistemin denekleri miydik? Medyada çok mu vurdu-kırdı vardı? Anne-babalar mı ilgisizdi? Lise yaşlarındaki çocukları ailelerinin denetlemesi zor boş zamanlar, boş geçen ara dersler vaadeden bu sistem kaldırılmalı mıydı? Falan filan. Tabii olan olmuştu. Giden gelmiyordu. Kerim'in ailesini, birgün ben otobüs beklerken, yolun öbür yanında mezarlık ziyaretine giderken görmüştüm. Yüzlerindeki acı, boş, donuk ifade, gözlerindeki çaresizlik, babanın koluna girmiş hayalet gibi yürüyen anne.. Biz sınav telaşı yaşarken onların mezarlıktaki oğullarını ziyaret ediyor olmaları, içim ezilmişti.
Öldürenin arkadaşları vardı bizim serviste. Aynı bakışlar, hayal kırıklığı, 'okul bitmek üzereyken hayatını kararttı, birini mezara gönderirken kendinin en güzel yılları hapiste geçecek' diyenler. Ağlayanlar.
Bir kaç yıl sonra kredili sistem iptal edildi. Sebep neydi çok bilemeyeceğim. Zira üniversite öğrencisiydik artık. Liseleri takip edemiyorduk artık. Ama sistemde başkaca sıkıntılar da olduğu ortaya çıkmıştı bir kaç yıllık deneme sürecinden sonra. Biz süreci hasarsız atlatan şanslı deneklerdik.
Ben Türkiye'nin yahut Istanbul'un en iyi okullarından birinden mezun değilim. Ama gittiğim okul düz lise olarak Üsküdar'ın o vakit en iyi okulu sayılırdı. Ve ben o okulun okul birincisiydim. Son dakika -işlerimi son ana bıraktığım ve biraz da kendime güvendiğim için- bir iki dersanenin seviye tespit sınavına yetişebilmiş, birinden aldığım puan sebebiyle indirim alarak o dersaneye gitmeye başlamıştım. En yakın arkadaşımsa -nam-ı diğer, öbür ördek öğrenci- o kadar şanslı değildi. Çok başarılı bir öğrenciydi ama o sene ailecek yeni bir iş açtıklarından onu evlerine yakın çok da iyi olmayan bir dersaneye anca sene ortasında gönderebilmişlerdi. Arkadaşım okulda o kadar başarılı olmasına rağmen o sene üniversiteyi kazanamadı. Depresyona girdi. Bir yıl benimle konuşmak istemedi. Ben ilk yılımı okurken onun ailesi durumlarını toparlayıp onu iyi bir dersaneye gönderdi. Ve bir yıl sonra beni arayıp İstanbul Tıp Fakültesini kazandığını haber verdi.
Söyleyeceğim o ki, şimdi gene birileri birşeyleri değiştirmeye karar verdi. Ve ben ne kadar hazır olunduğuna emin değilim. Birileri gene denek olup arada kaynayıp yitip gidecek diye endişeleniyorum. Son sınıfta üniversiteyi kazanamayıp sonraki senelerde tekrar tekrar deneyenlere neler olacak merak ediyorum. Lise çağında liseyi okuyamayıp ileriki yaşlarında imkan bulup hayata yeniden başlama fırsatını yakalayıp, liseyi dışarıdan okuyup sınava dersanelerle hazırlanıp üniversite okuma, meslek sahibi olma şansına kavuşanlara ne olacak merak ediyorum. Birkaç sene sonra 'yok efendim bu tutmadı, başka bir sistem deneyelim' dendiğinde araya kaynayanların, şanssız deneklerin vebalini kim ödeyecek merak ediyorum. Bunun iyice düşünülmeden, planlanmadan, oldu-bittiyle yapılması, itirazların 'şu cemaatle bu parti arasındaki sorun' seviyesine indirilmesi, vesayet, rant meselesi denip geçilmesini lisede yukarıda bahsettiklerimi tecrübe etmiş biri olarak endişe verici buluyorum. Bu en iyi kalitede eğitim almak isteyen ve bu hakka sahip olan herkesin söz hakkı olması gereken bir mesele. Guruplar arası laf dalaşında arada bu ülkenin geleceği olan gencecik insanların güme gitmesine razı olunamayacak kadar önemli bir mesele.
Kısaca, 'Filler tepişirken çimenler ezilmesin' diye temenni ediyorum.
Tuesday, June 5, 2012
The day I was discriminated at a well-known department store
Everything was great except the heavy rain in the morning. I had shopping plans but I had to delay it to the afternoon since traffic in rain can be a big pain. I prefer shopping without kids but my 4 yr old daughter's school has already entered summer break. So, I picked up my first grader from school and went to the Valley Fair Mall in Santa Clara, CA.
First, we tried some stuff for kids even bought a little present for our 4 year old one. And then, I move to the biggest department store in the mall to see if they had the shoes --I had been eyeing for a while-- in the clearance section of the store. After a quick search, voilà, it was right there on the rack. There was a blue pair and a dark pink pair, one being half a size small and one being half a size big for me, both of which could work OK. I tried both and thought I like the blue one better. A sales person named M****n was passing by and looked at me. And I immediately asked him if I could get the left shoe too to try. He came back 5 minutes later with the pair. Well, my 4 year old daughter was not happy with my choice. To her, pink is the color for the girls and I should get pink. She got angry with me as I did not get her advise and went away -- still being at a range I could see her. I began looking around some more and suddenly saw a pink one at my size located in the wrong rack showing a completely different size. I immediately took it to the same sales person and asked him if he could get the left shoe to me so that I could give my final decision. He said "in a minute" and I began waiting.
My 7 year old son wanted to keep a closer eye on his sister and began chasing her whereever she went so that "noone would grab her". I told him I could see her but he was not satisfied. Well, she was not happy with him following her so she kept complaining about this. Of course, the kids' patience was running out too as more time passed. There were numerous sales men helping out others but no one was asking me why I was waiting for so long. Our salesman, M****n, was not coming back either. I was trying to convince one of my kids that "mommy would try the pink one and would buy it if she likes it" and the other one "his sister would be OK even if he does not follow her". Finally, they sat on two different sets of chair in the huge floor of department store and were not walking anymore. I grabbed another sales person and told him I couldnot wait any longer and M****n had disappeared. He went and searched for M****n. Some other sales people said they did not know where he was. Finally he -M****n- came back (about half an hour later since he told me "in a minute") and said he could not find the pair. I said "OK I'll buy the other one then". Suddenly, he said "Let me look again, OK?". Before I could say anything he was gone and came back with the pair in 2 minutes. He said "Oh they were not in where I looked and I looked somewhere else and I was able to find them". I was puzzled by all this but I did not have time to play conspiracy theories in my mind. So, I put them on. As I was looking at the mirror, an old and wealthy looking Asian-American lady came to me and began waving her arms at me angrily. "Get your kids and leave here. We don't want them here". I looked at her but could not say anything because I was quite shocked. But then she went to a distance and began shouting at me the same words from there waving her hands at me. She was saying they don't want to hear the noise my kids were making, particularly my 4 year old one who was calling me "mommy!" to complain about her brother's every move or the color of my shoes. The lady was getting quite rude. So, I spoke up "I'm sorry but this is not a library. We're about to leave anyways". My kids were completely quiet at that moment anyways.
Suddenly, a white American lady next to her, carrying a Louis Vuitton bag and having a kinda reserved sales person, who was helping her to try 5-6 shoes from the clearance section, jumped in and began shouting at me. "Excuse me but you have very annoying children. I cannot concentrate on trying on shoes because of them. You cannot bring your children here. People are shopping here. I have 5 kids and none of them are like this. They are all well behaved". I was so offended. I said "Oh really?". "Really!" she replied. "You canot come to this store with your kids and try shoes here when they are making noise and walking around". I said "Waiting here all this time is not my fault. I am not happy about it either. Plus, is this a library or hospital? People walk and talk all the time". She raised her eye brows and rolled her eyes "This is Nordstrom!", meaning only classy people with incredibly well-behaving children could shop there. "I don't see any signs saying 'No Children Allowed' or 'Quiet'" I said. She raised her voice even more to get more attention "If I had behaved like a child in this store, I would be asked to leave. So, you should be asked to leave". She was checking around to see if any of the store personnel would take this request seriously. During this time, her early teen daughter said "I want to wait for you over there mom. I don't want to stay next to you" and left. "Waiting here all this time is not my fault" I said "I have been waiting too long for the salesman to come back and it took him half an hour. So, I am sorry for your discomfort". She said "No, 'I' am sorry 'for you'" showing my kids to me meaning she pities me for being the mother of them. "Mind your own business please" I said. That moment my daughter called me "mommy". And this lady began making a little girl's voice and started shouting at the top of her voice "Mommy!! mommy! I wanna cry mommy!! Wah wah mommy!!". Her daughter came back. Then the lady looked at her and said "I do not wanna shop here today. Let's go" and left. I thought she left the store but she was apparently talking to some store employees about me before she left. The Asian-American lady was still there and was sending me sour looks while I was paying for my shoes. Before and while all this was happening all other customers in the department store was peacefully trying on shoes and these two ladies were the only ones who had problem with concentration.
Well, on top of everything, the pair I chose was by mistake had been put on the clearance rack. Only one color of that model was in sale. I was feeling so sad for all the things happened and all the harrassment I took and it was for a pair of shoes I thought was in clearance but it was not. The sales person --the one who found M****n for me-- was doing the check out. I was about to go grab the ones that the color did not work out instead of the ones I liked just for the sake of getting out of there. He stopped me and said he will give me the ones I have for the sales price. When he was giving me the receipt, he quietly told me "Sorry for everything". I said "Sorry for any inconvenience my kids caused". He again quietly said "No, we're sorry. It's our fault. We should have helped you much earlier with the shoes. And unfortunately we sometimes have some very rude customers".
I guess if I've not heard those words from him I would have never shopped in any of the chain's stores ever again. I knew that if I'd been a LV carrying or Jimmy Choo wearing white American lady, me and my kids would be overly tolerated there. But this is the second time in the same store that when I ask for my shoe size for a shoe the sales person goes and never comes back for help while all other customers are being helped sharply. Last time, I had just left there after waiting for half an hour and bought the shoes from Amazon instead. In the fragrance section, when I try on some fragrance testers, I am being followed with this fake grin on the sales ladys' faces as if I am going to steal one of them. So, I prefer going to Sephora instead. I try the ones I wanna try freely and purchase fragrance there just because I do not feel despised over there. One of the sales ladies in Fragrance section of the same Nordstrom, --after learning I am a Muslim from Turkey-- recently shocked me asking if I would make my 4 year old daughter to cover her hair when she grows up. When I said it is up to her, she said "Well, let me tell you then. She won't. She should not. She has a beautiful hair." Well, I think the job of the sales people should be helping customers not commenting on how they should practice their religions. And worrying about a 4 year old's hair being covered is just ignorant.
To cut it short, I am very thankful for the sales guy who apologized on behalf of his friend and the two customers harassing me but if the sales people in that particular department store does not stop profiling customers, I do not think I'd feel comfortable enough to shop there again.
My 7 year old son wanted to keep a closer eye on his sister and began chasing her whereever she went so that "noone would grab her". I told him I could see her but he was not satisfied. Well, she was not happy with him following her so she kept complaining about this. Of course, the kids' patience was running out too as more time passed. There were numerous sales men helping out others but no one was asking me why I was waiting for so long. Our salesman, M****n, was not coming back either. I was trying to convince one of my kids that "mommy would try the pink one and would buy it if she likes it" and the other one "his sister would be OK even if he does not follow her". Finally, they sat on two different sets of chair in the huge floor of department store and were not walking anymore. I grabbed another sales person and told him I couldnot wait any longer and M****n had disappeared. He went and searched for M****n. Some other sales people said they did not know where he was. Finally he -M****n- came back (about half an hour later since he told me "in a minute") and said he could not find the pair. I said "OK I'll buy the other one then". Suddenly, he said "Let me look again, OK?". Before I could say anything he was gone and came back with the pair in 2 minutes. He said "Oh they were not in where I looked and I looked somewhere else and I was able to find them". I was puzzled by all this but I did not have time to play conspiracy theories in my mind. So, I put them on. As I was looking at the mirror, an old and wealthy looking Asian-American lady came to me and began waving her arms at me angrily. "Get your kids and leave here. We don't want them here". I looked at her but could not say anything because I was quite shocked. But then she went to a distance and began shouting at me the same words from there waving her hands at me. She was saying they don't want to hear the noise my kids were making, particularly my 4 year old one who was calling me "mommy!" to complain about her brother's every move or the color of my shoes. The lady was getting quite rude. So, I spoke up "I'm sorry but this is not a library. We're about to leave anyways". My kids were completely quiet at that moment anyways.
Suddenly, a white American lady next to her, carrying a Louis Vuitton bag and having a kinda reserved sales person, who was helping her to try 5-6 shoes from the clearance section, jumped in and began shouting at me. "Excuse me but you have very annoying children. I cannot concentrate on trying on shoes because of them. You cannot bring your children here. People are shopping here. I have 5 kids and none of them are like this. They are all well behaved". I was so offended. I said "Oh really?". "Really!" she replied. "You canot come to this store with your kids and try shoes here when they are making noise and walking around". I said "Waiting here all this time is not my fault. I am not happy about it either. Plus, is this a library or hospital? People walk and talk all the time". She raised her eye brows and rolled her eyes "This is Nordstrom!", meaning only classy people with incredibly well-behaving children could shop there. "I don't see any signs saying 'No Children Allowed' or 'Quiet'" I said. She raised her voice even more to get more attention "If I had behaved like a child in this store, I would be asked to leave. So, you should be asked to leave". She was checking around to see if any of the store personnel would take this request seriously. During this time, her early teen daughter said "I want to wait for you over there mom. I don't want to stay next to you" and left. "Waiting here all this time is not my fault" I said "I have been waiting too long for the salesman to come back and it took him half an hour. So, I am sorry for your discomfort". She said "No, 'I' am sorry 'for you'" showing my kids to me meaning she pities me for being the mother of them. "Mind your own business please" I said. That moment my daughter called me "mommy". And this lady began making a little girl's voice and started shouting at the top of her voice "Mommy!! mommy! I wanna cry mommy!! Wah wah mommy!!". Her daughter came back. Then the lady looked at her and said "I do not wanna shop here today. Let's go" and left. I thought she left the store but she was apparently talking to some store employees about me before she left. The Asian-American lady was still there and was sending me sour looks while I was paying for my shoes. Before and while all this was happening all other customers in the department store was peacefully trying on shoes and these two ladies were the only ones who had problem with concentration.
Well, on top of everything, the pair I chose was by mistake had been put on the clearance rack. Only one color of that model was in sale. I was feeling so sad for all the things happened and all the harrassment I took and it was for a pair of shoes I thought was in clearance but it was not. The sales person --the one who found M****n for me-- was doing the check out. I was about to go grab the ones that the color did not work out instead of the ones I liked just for the sake of getting out of there. He stopped me and said he will give me the ones I have for the sales price. When he was giving me the receipt, he quietly told me "Sorry for everything". I said "Sorry for any inconvenience my kids caused". He again quietly said "No, we're sorry. It's our fault. We should have helped you much earlier with the shoes. And unfortunately we sometimes have some very rude customers".
I guess if I've not heard those words from him I would have never shopped in any of the chain's stores ever again. I knew that if I'd been a LV carrying or Jimmy Choo wearing white American lady, me and my kids would be overly tolerated there. But this is the second time in the same store that when I ask for my shoe size for a shoe the sales person goes and never comes back for help while all other customers are being helped sharply. Last time, I had just left there after waiting for half an hour and bought the shoes from Amazon instead. In the fragrance section, when I try on some fragrance testers, I am being followed with this fake grin on the sales ladys' faces as if I am going to steal one of them. So, I prefer going to Sephora instead. I try the ones I wanna try freely and purchase fragrance there just because I do not feel despised over there. One of the sales ladies in Fragrance section of the same Nordstrom, --after learning I am a Muslim from Turkey-- recently shocked me asking if I would make my 4 year old daughter to cover her hair when she grows up. When I said it is up to her, she said "Well, let me tell you then. She won't. She should not. She has a beautiful hair." Well, I think the job of the sales people should be helping customers not commenting on how they should practice their religions. And worrying about a 4 year old's hair being covered is just ignorant.
To cut it short, I am very thankful for the sales guy who apologized on behalf of his friend and the two customers harassing me but if the sales people in that particular department store does not stop profiling customers, I do not think I'd feel comfortable enough to shop there again.
Tuesday, November 22, 2011
. . .
Çocukluğumun yazları, sokaklar...
Dünüm, yarınım..
Babam ve oğlum..
Elimde değil! Bu resme bakarken, bırakıp çocuk ellerimizi gözden kaybolup gidersin diye korkuyorum....
Seni çok seviyorum!
Tuesday, June 14, 2011
Lâ - Sonsuzluk Hecesi
Öyle bir çığlıkla attı ki kendini Âdem uykusundan, gerçekte çığlık atıp atmadığını bile bilmedi. Ama iki uyku arasında rüyasının bölündüğü gün gibi gerçekti. Ve başına bir şey gelmiş gibiydi.
O zamansızlık zamanında, cennet ırmağının kıyısında Âdem onunla göz göze geldi. Kuşları, tüyleri ürkütmekten korkarcasına elini uzattı yavaşça. Parmaklarının ucundan dökülen yaseminleri gösterdi. İçine dolan ses ve ışığa, sevince sarmaşığa, usulca, sen kimsin, dedi. Bildiğini bir kez daha bilmek, kelimesini bir de ondan duymak istedi.
Ben kadınım, dedi Havva, ama bu benim sıfatım. Adımı henüz bilmiyorum.
O zamansızlık zamanında, cennet ırmağının kıyısında Âdem onunla göz göze geldi. Kuşları, tüyleri ürkütmekten korkarcasına elini uzattı yavaşça. Parmaklarının ucundan dökülen yaseminleri gösterdi. İçine dolan ses ve ışığa, sevince sarmaşığa, usulca, sen kimsin, dedi. Bildiğini bir kez daha bilmek, kelimesini bir de ondan duymak istedi.
Ben kadınım, dedi Havva, ama bu benim sıfatım. Adımı henüz bilmiyorum.
Sonra döndü Âdem'e,
aklına bir şey gelmişti.
Sesi, bengisular gibiydi.
Bana, dedi, bir isim ver,
varlığım olsun.
varlığım olsun.
Durdu, aklından yeni bir şey geçti. Bana, dedi, sen isim ver, varlığım senin olsun.
Bana öyle bir isim ver ki senin adının yanında dursun.
Seni anan beni de ansın. Seni hatırlayan beni hatırlamadan olmasın.
Bir "ile" koy aramıza bizi birbirimize bağlasın.
Lâ - Nazan Bekiroğlu
Tuesday, March 8, 2011
Lenfositlerin Bagisiklik Sistemi Icin Onemi
Video'dan notlar:
Lenfositler (Natural Killer Cells) kana karisan kanser hucrelerini ilk 24 saat icin farkedip yok ederler. Sadece bir kac hucre lenfosit saldirilarindan kacip uzak organlara gidebilir. Buna da metastaz denir.
IP6 Inositol gibi vucuttaki lenfosit sayisini arttiran ilaclarin metastazi nasil onledigini aciklayan bir video. IP6 Inositol buyuk ihtimalle halihazirda metastaz yapmis tumorleri yok etmede tek basina etkili olamaz ama kanser hucrelerinin kana karisip vucudun baska yerlerinde metastaz yapma riskini azaltma ihtimali cok yuksek.
Subscribe to:
Posts (Atom)