Wednesday, January 26, 2011

Soba ve pisikoloji uzerine etkileri



Bizim cocuklar malum erken uyuyan cinsten degiller.
Buyuk okula gittigi halde bazen sinirlarini zorlayip aksam 10'u buluyor.
Kucuk ise cok daha feci. Bazen 12yi buluyoruz. Bazen de cok sukur 10da uyudu derken, gece 2'de kalkip sonra da geri yatmayip, bizi de kesinlikle uyutmayip gunduzleri zombie hayati yasamamiza sebep oluyor. Hala...

E tabii 12de uyuyan cocuk sahibi olmanin tek yan etkisi uykusuzluk degil. Insanin kendine ayiracagi vakit kalmiyor. Soyle bir kahve/cay yapayim, ayaklarimi uzatip gunun yorgunlugunu atayim, bir kitap okuyayim, guzel bir film seyredeyim. I-ih. Olmuyor.

Artik cizgi film seyretmekten replikleri ezbere bilir olduk. Bizimkiler beraber oynarken, henuz "kardesini rakip gorme sendromunu" atlatamadiklari icin en fazla bir 10 dakika sonra birbirini ellerinde sopalarla kovalamaya basliyorlar. Cizgi film basinda birbirlerini cok rahatsiz etmiyorlar sukur. Bir de kurallarimiz var, yani. Bizim izledigimiz filmleri, dizileri cocuklar izleyemez. Icinde R-rated malzeme olmasa bile. Her cizgi filmi de izlemiyorlar zaten. Iste o zaman, geriye kaliyor, isten eve gelip, uyuyana kadar cocuklarin gonlunu etmeye calisan sonra kafayi vurup uyuyan yada 12-2 arasini film seyretmekle gecirip sabah ise gittiginde gozunu acamayan bir anne-baba.

Iste butun bunlari dusunurken kendi cocuklugum geldi aklima.
Anne-babamin hic boyle kurallari yoktu. Yani sofra kurulunca herkes oturacak, yemegini mirin-kirin etmeden yeyip kalkacak, kavga edilmeyecek, ev dagitilmiyacak, odevler yapilacak disinda boyle "su saatten sonra tv yok, su saatte yatacaksiniz, sutunuzu icip, dislerinizi fircalayacaksiniz, bizimle beraber tv izlemek yok" gibi kurallari yoktu bizim evde. Eh biraz da mecburiyettendi bu kuralsizlik.

Zira komurlu soba denen bir isitma cihazi vardi biz cocukken. Arkasina kedi gibi kivrilmak ve uyuklamak, ustunde kestane, islanmis nohut pisirip, sabah kahvaltilarina ekmek kizartmak, yemek isitmak, camasir kurutmak, gugum icinde her daim sicak su bulundurmak gibi cok fonksiyonlu kullanilabilen bu isitma cihazinin, yakilmasi, temizlenmesi cok eziyetli oldugu gibi, isitma hacmi de maalesef cok kisitli idi. O sebepten, bir odanin icinde maaile yasami devam ettirmek gerekmekteydi kis geldiginde. Misafirler sobanin oldugu odada agirlanir, cocuklar orada yikanir, yemek orada yenir, televizyon orada seyredilir, oyun orada oynanir, sarma orada sarilir, baklava/borek orada acilir, odev orada yapilir. Yasadigimiz evin sadece dami olup catisi olmamasi sebebiyle, ciddi yalitim problemleri oldugundan, diger odalara astronot gibi katkat giyinip gitmek gerektigi icin genelde sobali oda sinirlari disina mecbur kalinmadikca cikilmazdi.

E oyle olunca biz cocukluktan itibaren anne babamiz ne seyretti ise seyrettik. Bir yandan odev yaptik, bir yandan tv seyrettik. Bir yandan odev yaptik, bir yandan buyukler ne konusuyor dinledik, duyduk. Okulda en yuksek notlari almama, surekli okul birincilikleri almama ragmen nasil oynayan her filmi izleyebildigime hayret etti okuldaki arkadaslarim. Edebiyat hocasi bir gun kaldirip "Bu arkadasinizin notlari cok iyi. Bunu duzenli, disiplinli bir calisma ortamina sahip oldugu icin gerceklestirdigine eminim. Anlat bakalim evladim" dediginde vermeye basladigim cevaplarla beni ayaga kaldirdigina pisman olacakti. Peki yani yan etkileri olmadi mi bu durumun? Olmus olabilir. Hala bir seye calisirken arkada ses olsun, bir yandan bir seyler izleyeyim, ya da yanimda birileri bir sey konussun isterim. Cok sessiz ortamda calisamam mesela. Calistigim seyden cok cabuk bikarim oyle olursa. ADHD dedikleri boyle bir sey mi acaba?

Bir de tabii anne-babanin izledigi seylerin psikolojiye agir gelme durumlari olurdu arada. Bir korku filmi kac gun geceleri uyuyamama, kafasi inip cikip civcivlerine yem yediren tavuklu saati saatlerce seyrederek sabaha dogru sizip kalma demekti. Boyle psikolojik bozukluklarda ailenin cozumu basitti: Huseyin Hoca! Hocaliginin nereden ileri geldigini hala cozebilmis olmadigim, 50lili yaslarinda, cubbeli, takkeli, sakalli, sert soguk bakisli bir mahalleli amca. Annem hanimi uzerinden, Huseyin Hoca'dan randevu alir. Gider siramizi bekler onune cikariz. "Adin", "Ana adi", "Baba adi" diye sorar sonra onundeki suya bakip, elindeki eski deftere birseyler yazar cizer hesaplar. %90'da teshis aynidir: ya "nazar" vardir ya da "maymun cini" (bunun da henuz ne oldugu henuz cozulememistir). Sonra da kah ufleyerek kah ciseleme usulu tukurerek okumaya baslar. Allah sifa versin diyerek gonderir. Huseyin Hoca teroru, tv'de her ne izlenip korkuldu ise, ona bes bastigi icin bir daha gitmemek icin hemen iyilesmeye karar verilir.. Ya da en azindan artik korkmuyormus numarasi yapilarak, uyandirildiginda sabah 5de ise gitmek uzere kalkacak baba cok kizacagi icin, gene kucuk tavuk ve yavru civcivler en yakin arkadas ilan edilip sabah edilir. Bazen de annenin tilsimli tekerleme duasi imdada yetisir.

"Bismillahi Birsin
Ilahi Nursun
Yetmis bin ayetul kursin
Dort yanimda dursun"

Iste boyle en buyuk psikolojik travmalar bile atlatilir, normal hayata donulurdu :)
Simdi bizimkilere en cok satan listelerinde 1 numara olan cocuk egitimi kitaplarindaki her turlu numarayi uygulasak da kar etmiyor. Ne yapsak acaba diye dusunmekteyim?
Var mi bir cozumu olan? ;)

Monday, January 24, 2011

Bahar oncesi temizlik..

Ard arda blog yazilarini gorup dellendigimi sanmayiniz.
Kapanmak uzere olan facebook'umda biriktirdigim ve sevdigim notlarimi kaybetmemek icin kaydetmek niyeti ile buraya kopyalamaktayim :)
Hepsi bu!

Are you carrying too many potatoes?

A kindergarten teacher has decided to let her class play game. The teacher told each child in the class to bring along a plastic bag containing a few potatoes. Each potato will be given a name of a person that the child hates, so the number of potatoes that a child will put in his/her plastic bag will depend on the number of people he/she hates.

So when the day came, every child brought some potatoes with the name of the people he/she hated. Some had 2 potatoes; some 3 while some up to 5 potatoes. The teacher then told the children to carry with them the potatoes in the plastic bag wherever they go (even to the toilet) for 1 week.

Days after days passed by, and the children started to complain due to the unpleasant smell let out by the rotten potatoes. Besides, those having 5 potatoes also had to carry heavier bags. After 1 week, the children were relieved because the game had finally ended.

The teacher asked: "How did you feel while carrying the potatoes with you for 1 week?" The children let out their frustrations and started complaining of the trouble that they had to go through having to carry the heavy and smelly potatoes wherever they go.Then the teacher told them the hidden meaning behind the game. The teacher said: "This is exactly the situation when you carry your hatred for somebody inside your heart. The stench of hatred will contaminate your heart and you will carry it with you wherever you go. If you cannot tolerate the smell of rotten potatoes for just 1 week, can you imagine what is it like to have the stench of hatred in your heart for your lifetime?"

Anonymous

Bir Gunes Bir Sen Bir de Terlikler

Bir Güneş'imi, bir babamı, bir de terliğimi bırakmıştım geldiğim yerde.

Bir ilkbahar gününde, güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım. Doğduğum hastahane, Ravza'nın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku, Sen'in bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de, daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım mescidinin ezan sesiyle şereflenmiş. Kırk günlük olduğumda ilk ziyaretimi de Hâne-i Saadet'ine yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte, Sen varsın. Daha konuşmayı öğrenmeden, Sen'i sevmeyi öğrenmişim. İlk adımlarımı Ravza'nın mermerlerinde atmış ve Rabb'imle ilk buluşmamı, ilk secdemi Sen'in mescidinde yapmışım. Evini her ziyaret edişimizde Sen'i görmesek bile, varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda da hüzünlenirdik.

Çocuklar evde sıkılınca isterler ki, babaları onları parka, eğlence yerlerine götürsün. Medine'de yaşadığımız sürece, bunları hiç istemedik babamızdan. Canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine'deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü burada hiçbir yerde olmayan Gül Bahçesi ve bahçenin "Biricik Efendisi" vardı. Vaktimizin çoğu, o bahçede geçerdi. Sen'in bahçenin mermerlerine ayakkabıyla basamazdık. Yalın ayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Korkardık belki bahçenin güllerine basmaktan kim bilir. Yazın mermerler ayaklarımızı yakar, bu hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde:

- Babacığım Medine neden bu kadar sıcak?

- Evlâdım, Medine'de iki Güneş var da ondan.- Nasıl olur babacığım, Güneş tek değil mi?Babam gülerek:- Doğru yavrum, bütün dünyayı ısıtan bir tane Güneş var. Bir de âlemleri aydınlatan ve ısıtan öyle bir Güneş daha var ki; O da (sas) Medine'de olunca sıcaklık iki kat oluyor.Babamın bu cevabı çok hoşuma gitti. Gerçekten mermerler ayaklarımızı ısıtıyordu; ama Sen'in sıcaklığın içimizi daha çok ısıtıyordu.Medine'den ayrıldıktan sonra belki ayaklarımız üşümedi; ama içimiz bir türlü ısınmıyor. Çünkü gönlümüzün Güneş'ini orada bırakmıştık. Artık O'nun (sas) evine, bahçesine gidemiyor, mermerlerinde yalın ayak koşamıyorum. Gerçi ışığın tâ buralarda da bizi aydınlatıyor; ama içimi ısıtması için Ravza'na koşmam lâzım.

Bahçende yürürken güzel ezanlar okunurdu, sanki Bilâl-i Habeşi okurdu. Biz de mescide koşar, babamın yanında namaz kılardık. Bazen o an yanımıza usulca bir kedi sokulurdu.

Babam: ‘İncitmeyin sakın, onlar Ebû Hüreyre'nin (ra) kedileri.’ derdi. Biz de onları severdik.

Çarşamba günleri Uhud'a gider, Sen'in çok sevdiğin amcanı ziyaret ederdik. O bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn Tepesi'ne çıkar, oradan Uhud'da yatan 70 şehide selâm verirdik. Uhud Dağı'na her baktığımızda, Sen'i orada görür gibi olurduk. Uhud da, Ravza'n gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesiydi sanki.

İşte benim yedi senem ki; en değerli, en güzel yıllarım, Sen'in Köyünde, Gül Bahçende, savaştığın yerlerde, Sen'inle dopdolu geçti. Sen'i görmesem de, Sen'inle yaşamaya o kadar alışmıştım ki, yanından ayrılırken, sanki bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim, ama hep, "Büyüyünce gidersin." diyorlar. İşte sırf bu yüzden hemen büyümek istiyorum. Yanına gelince büyümüş bile olsam, bahçendeki mermerlerde yalın ayak dolaşacağım. Tâ ki Güneş'im, içimi ısıtıncaya kadar.Hasretinden, gönlüm üşüyor. Belki hasretin herkesin içini yakar; ama beni üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum, doğduğumdan beri, sevginle ısınmaya alışmış. Sıcaklığına o kadar muhtacım ki; ne olur sana gelemesem bile, Sen beni hiç bırakma, evimizi şereflendir, ışığınla gecelerimize nur ol, sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Tıpkı Medine'de iken ısıttığın gibi.

Benim adım Nebi. Bu ismi bana, Sen'i çok seven biri koymuş. Diğer adım, Muhammed. Bu ismi de Köyünde bıraktığımız babacığım vermiş. Ben de Sen'in gibi babasız büyüyorum. Ama Sen, asla yetimliğimizi hissettirmiyorsun. Medine'den ayrıldığımızdan beri, hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum. Sen'i tanıdığım ve sevdiğim için Rabb'ime binlerce kez teşekkür ediyorum.

Babamı kabre koyarken, ağabeyimin terlikleri onun kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü ağabeyimin terliği hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimde, ben de kimse görmeden terliğimi babamın kabrine gömüverdim. Benimki de babamla kalsın diye.

Evet, demiştim ya, bir Güneş'imi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliğim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama Güneş'im hep yanımdaydı. Yetimlerin Efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mıydı? Dünyanın bir ucuna da gitsek, bizi bırakmayacağını biliyordum. Gözümüz, gönlümüz Sen'inle aydınlanır Efendim! Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.Rabb'imden hep bana tekrar Sen’in gül bahçenin mermerlerinde yalın ayak koşmayı nasip etmesini diliyorum. Tâ ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliğimi bıraktığım o güzel mekan son durağım olsun.

Muhammed Nebi DOĞANAY

(Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı babasi işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullah'ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etmis ve Cennetül Bakiye defnedilmis. Ardindan ailesi Türkiye'ye dönmüs. O zaman 7 yaşında olan oğlu Nebi Doğanay bugün ortaokul ögrencisi imis. Kompozisyon dersi ödevi olarak bu yazıyı yazmış ve birincilik almış.)

"Niye ben?"

"Neden benim başıma geldi?" Bir tek musibet anında seslendiririz bu yakıcı soruyu. "Niye ben?" Hep başkalarına olurdu böylesi şeyler. Öyle olmasına öylesine alışmışızdır ki... Benim değil, "öteki"lerin başına gelir kaza. En fazla bir istatistik rakamı kadar önemsediğimiz uzak yabancılar eksilir hayattan. "Ben" dediğimiz dokunulmazdır. "Ben" öyle sıradan değil(im)dir.

Olağan bir kaza haberinin o hep bildik "ölü sayısı" arasına sıkışmış sıradan bir rakam olamam "ben". Başkası da olabilmesi ihtimali altı milyar kez yüksek iken, niye "ben"im o "biri"?

"Başka bir sürü yerde olabilecekken niye ille de burada çıktı bu yangın?" "Başka milyonlarca insan varken, niye sadece beni seçti bu kurşun?" "Başka sayısız saatler, dakikalar dururken, nasıl oldu da bu ana denk geldi kaza?" "Başka bir dolu seferde olabilecekken, niye bu sefer oldu bu arıza?"

Tuhaf bir yalnızlık içinde buluyor kendini insan başına o "şey" geldiğinde. Etraftaki olağan sesler düşmanlaşıyor, yabancılaşıyor. Araba uğultusu, yağmur şıpırtısı, cep telefonu sesi dalga geçercesine yalayıp geçiyor seni. Sen derin acılar içindeyken, hiçbir şey olmamış gibi yürüyen, kaygısızca konuşan, her günkü gibi koşturan insanlara gücenik bir edayla bakıyorsun: "Nasıl da rahat olabiliyorsunuz böyle? Aşk olsun!" Her şey ve herkes "başka"laşıyor o anda. Yarın senin cenazen olacak, sen eksileceksin sıcacık yuvandan, yavruların "Baba!" dediğinde ömür boyu cevap alamayacak. Ama büyütmeye gerek yok! Sen sadece bir "başkası" dahasın başkalarının gözünde. Bir "başkası"nın daha cenazesini göz ucuyla seyredecek başkaları. Sen uykusuz bir gecenin koynunda, bir yaprak gibi titrerken, başkalarına göre bir "başkası" olan sen sıradan acılardan bir acı yaşıyor olacaksın. Uyuyacak milyonlarcası. Sen ve yakınların gazetelerin üçüncü sayfasında kanlı bir habere konu olmuşken, başkaları katlayıp bir kenara bırakacaklar senin haberini. Başkalarının es geçtiği kadar lüzumsuz bir yer mi işgal ediyorsun ki yeryüzünde? Başkalarının hiç üzülmeyeceği kadar, hiç eksikliğini hissetmeyeceği kadar yersiz bir yerin mi vardı âlemde?

Bak işte, ölen "ben" de olsa, "ölenle ölünmüyor"muş. Hayat devam ediyor "ben"siz. Olmasan da oluyormuş meğer. Ne kadar dayanılmaz bir acı! Ne kadar ağır bir hakaret! "Olsa da bir olmasa bir"mişim meğer. Ne kadar da aşağılandığını düşünüyor insan! Aslında o aşağılanmaya verdiğimiz tepkidir o soru: "Neden başkası değil de ben?" Daha açıkçası: "Niye ben seçildim?" "Ne isteniyor benden?" "Hak etmedim ben bu 'ceza'yı!"

Hadi itiraf edelim: Kadere hesap soruyoruz. Yazgının iki yakasından çekiştiriyoruz. Hadi bir itiraf daha: Asıl derdimiz "kader"i takdir edenledir. Yani Yaradan'la karşı karşıya gelir aklımız. "Ben"i Vareden'e keseriz faturayı. Kafa tutarız. Dokunulmazlığımızın ihlaline isyan ederiz. "Ne istedin benden?" "Benim ne suçum vardı ki?"

Ne garip! Olumsuzlukların hesabı kaderden sorulur. "Ben" kendi ellerimle suç işlerim, hapse düşerim ama "kader mahkûmu" oluveririm. Ayağım kayar, günaha bulaşırım ama "n'edersin kaderime yazılmış" deyiverir, sıyrılırım. Şampiyonluğunu, birinciliğini, galibiyetini kadere "mahkûm" eden pek çıkmaz. Sevaplarını, iyiliklerini, biriktirdiklerini, başarılarını "kader"in hesabına yazdıran olmaz.

İyiliklerimiz kadere rağmendir sanki. Başarı, yazgıya başkaldırıdır. Başarılıysam "Niye ben?" sorusunu sormama gerek yok. Birinci olduysam, "Niye benim başıma geldi?" diye sızlanmak yok. "Başkaları"nın kazalarını hayatta kalmış biri olarak seyrediyorken, "Niye ben hayatta kaldım?" diye hesap sormak yok.

Değil mi?

Farkında değilim ama... Ben bana "ben" diyebiliyorsam, ne anlaşılmaz bir ayrıcalık içimdeyim! "Ben"i bir "başkası" da olabilecekken "ben" diye seçip Vareden'e hiç minnet duygum olmayacak mı? Pekâlâ, başkaları içinde sıradan biri olabilirdim. Pekâlâ, başkalarının "başkası" diye bile bilmediği, hiç hatırlanmayan, hatırlanmaya bile değmeyen bir "yok" olabilirdim. "Yok" olduğunun bile farkında olunmayan bir "şey"dir "yok"luk... Ben "ben" olmasaydım, niye ben olamadım diye hesap sorabilir miydim? "Ben" olmayışıma yanabilir miydim?

Ama hayret! "Ben" varım, var edilmişim. Varlığım yokluğuma "ben"den habersiz tercih edilmiş. Kimseler hatırımı saymazken, beni aramazken, eksikliğimi dert edinmezken, varlık sahasına çıkarılmışım, hatırım sayılmış, el üstünde tutulmuşum. Ben bile "ben" olmayı hesap edemezken, "ben" diyebileceğim bir insan olarak var edilmişim.

Hiç beklemediğim, hiç ummadığım bir iyilikti bu! Aynada yüzüme bakıyorum, kimsenin yüzüne benzemiyor. Meğer "biricik"mişim ben. "Bitane"ymişim beni "ben" olarak seçenin nazarında. Nasıl oluyor da, ben bana "ben" diyebiliyorum? Ya, ben bana "ben" diyemeyenlerden olsaydım? "Sen" diye hitap edilmeyi hak etmemiş olsaydım? Öyle olsaydı, hiç aşağılanmış hissedecek miydim? Kadere hesap sorabilecek yetkide görebilecek miydim kendimi?

"Niye ben?" diye kaybettiğimin hesabını sorabiliyorsam, hiç hesapsız kazandığım "ben" sayesinde sorabiliyorum... Ne garip? Hiç yoktan kazandığım "ben"imle kazanamadıklarımın da hakkım olduğunu düşünmeye başlamışım. Tuhaflığa bakın ki, borç aldığım "ben"imle kendimi alacaklı sayıyorum.

Asıl sürprizi görmüyorum: "Ben" bana sürprizim. Hiç ummamıştım "ben" diye/bilineceğimi... Hiç beklemiyordum "ben" diyebilenler arasına seçileceğimi... Ben beni "ben" bilmeseydim, ben "ben" olamayışıma ağlayabilecek miydim? Ben şimdi burada soruyorum kendime: "Niye ben?

Senai Demirci

Buluşmak Üzere

Diyelim yağmura tutuldun bir gün

Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek

Öbür yanda güneş kendi keyfinde

Ne de olsa yaz yağmuru

Pırıl pırıl düşüyor damlalar

Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın

Dar attın kendini karşı evin sundurmasına

İşte o evin kapısında bulacaksın beni


Diyelim için çekti bir sabah vakti

Erkenceden denize gireyim dedin

Kulaç attıkça sen

Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan

Ege denizi bu efendi deniz

Seslenmiyor

Derken bi de dibe dalayım diyorsun

İçine doğdu belki de

İşte çil çil koşuşan balıklar

Lapinalar gümüşler var ya

Eylim eylim salınan yosunlar

Onların arasında bulacaksın beni


Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya

Çakmak çakmak gözleri

Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı

Herkes orda sen de ordasın

Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından

Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim

Özgürlüğe mutluluğa doğru

Her işin başında sevgi diyor

Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili

Bi de başını çeviriyorsun ki

Yanında ben varım


Can YÜCEL

SÖZ BAŞI

Bismihû.


35442_10150120773365761_745335760_7827581_8091156_n.jpg


Esirgeyen ve bağışlayan ALLAH'ın adıyla.

Önce söz vardı, hayat sonradan geldi.

Önce çile vardı ihsan arkadan geldi.

Önce iştiyak, arkadan sebat geldi.

Sözün yaratılışı Züleyha'nın yaradılışından evveldi. Âdem, ki ona bütün isimler öğretildi.

Yûsuf'un kaderi Züleyha'ya tecelli. Züleyha'nın kaderi Yûsuf'a tecelli.

Kuyu... Zindan... Kuyu... Zindan...

Önce çile arkadan ihsan. Züleyha vazgeçti mi maşukundan?

Mülk gibi söz de, ne senin ne benim…

Cümle gibi aşk da ne senin ne benim…

Söz de,

aşk da,

ne benim ne senin…

Bir yaz sabahına doğan ve su değdiğinde kokusunu salan kırmızı sardunya, ağustos göklerinde başımın üzerinden geçen bulut,

mayıs gülü,

ışıklı nisan yağmuru

ne kadar ALLAH'tansa,

mülk gibi söz de ve aşk da

O'ndan…

"Sen" tahtına yazıcı kimi oturtsan da,

beşerî bir sevgili ya da cismanî bir aşk gibi görünen,

hiçbir yol O'ndan özgeye çıkmıyor aslında, "gönül tahtına O'ndan özge sultan" olmuyor.

Değil mi ki her şey O'ndan, gidecek yer yok O'ndan başka.

Gelinen yer yok O'ndan başka.

İnsan o ki, O'ndan başkasını sevemez sevginin mahiyeti icrabı, O'ndan başkasını bilemez bilginin mahiyeti icabı.

Işık ki tek kaynaktan dağılır, ışığı yakın olan aydınlık, uzakta kalan karanlıktır. Her şeyin O'ndan olması, ve ışığın tek kaynaktan dağılıyor olması O'ndan başkasının bilinme ve sevilme ihtimalini tümden yok eder.

Kimi zaman sevdiğimizin ne olduğunu bilmeden severiz. Ve insan henüz neyi sevdiğini bilmediği böyle zamanlarda O'ndan başkasını sevdiğini zannedebilir :

Bir çiçeği, bir kuşu,

denizi, yağmuru,

gökyüzünü, yazıyı,

yazıyı yazanı, kalemi tutanı,

bir yaratılmışı hasılı.

Söz gelimi Leylâ Mecnun'u, Şirin Ferhâd'ı, Züleyha Yûsuf'u sevdiğini zannedebilir.

Oysa sevmek, en fazla, neyi sevdiğini fark etmek demektir ve seven biraz da neyi sevdiğini bilendir.

Çünkü ışığın kaynağı tektir ve kim aydınlığının kendinden menkul olduğunu iddia edebilir?

Her aşk O'na çıkar sonunda, O'ndan başkasını sevmek imkânsız gibidir. Seven neyi sevdiğini bilse de bu böyledir, bilmese de bu böyledir.

Bu yüzden değil mi ki kendini kaybetmek gibi görünen aşk, aslında kendini bilmek. İstese de insan O'ndan özgeyi sevme şansı yok. Şans sözcüğü yok lügatlerde bundan böyle. O'ndan özgeyi sevme ihtimali yok. Ve neyi sevdiğini bilenle bilmeyen arasındaki fark sadece bilmenin bilincinden ibaret.

Küçük bir biliş farkı.

Mülk gibi aşk da ALLAH'tan.

Ruhun da O, kalbin de O, aklın da O.

Tenin de O, canın da O, cismin de O.

Ve aradan perdeleri kaldırarak O'nu bilmek olarak tanımlanan şey, bu seyr ü sefer, sadece O'nu bilmeyi bilmenin sancısından ibaret.

Sevginin yanılgısı yok. Yanlış olan neyi sevdiğini bilmemek ve yolu yanlış çizmek. Hangi kaynaktan geldiğini suyun, hangi dağın üstünden döküldüğünü aydınlığın, bilmemek. Bilmemek yanlış kılar sevgiyi.

Züleyha ki Yûsuf'u sevdi. İbtida, neyi ve kimi sevdiğini bilmedi. Sonra aşkın kaynağını bildi, Yûsuf'u değil, Yûsuf'ta tecellâ eden nuru sevdiğini fark etti. Yûsuf da, ki rüyasında güneş, ay ve on bir yıldız ona secde etmişti, bir kuyuya atılmış ve kendisine zindanda rüya yorumu verilmişti, önce aşkın kaynağını bildi sonra nurun Züleyha sûretinde tecellâ ettiğini fark etti. Biri sûretten nura yükselirken diğeri nurun sûrette tecellâ ettiğini idrak etti.

İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yûsuf mu, Yakub mu, Züleyha mı? Zindan kimin kader,

Yûsuf'un mu, Yakub'un mu, yoksa Züleyha'nın mı? Yûsuf, Yakub ve Züleyha yok aslında.

Hepsi bir, hepsi O bir, hepsi tek bir.

Söylenmemiş Mesnevi kalmadı yer yüzünde. Her Yûsuf u Züleyha, bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu nasıl mazmun diyor ya, kalbi dipsiz derinliklerde çoğalan Fuzuli, Farsça Divan'ının önsözünde, yani ki Mukaddime'sinde. Hiç kullanılmamış, diye kaldırıp atıyor ya bir imgeyi uykusuz kaldığı gecelerin sabaha değdiği yerde. Sonra aynı gecelerin aynı sabahlara değdiği yerde, bu kez, bu nasıl mazmun, diye yırtıyor ya kullanılmış olan bir başka mazmunu. Hem bilinen hem bilinmeyen, hem kullanılmış bir imge hem kullanılmamış bir imge; böyle olmalı ki sözün hükmü tam olsun. Eski zincire bağlanan bir halka, ama yeni, böyle olsun ki zincir kuvvetli olsun.

Yine aynı ayna

ve birkaç ruh

hepsinin içinde mevcûd

Züleyha'nın acısı acının Züleyha'sı

Bismihû.

Esirge ve bağışla.

Nazan Bekiroğlu-Yusuf ile Züleyha Kalbin Üstünde Titreyen Hüzün

SABIR

Sabrın sonu selâmet,

Sabır hayra alâmet.

Belâ sana kahretsin;

Sen belâya selâm et!


Felâh mı, onda felâh,

Silâh mı, onda silâh.

Sen de kim oluyorsun?

Asıl sabreden Allah.


Sabır, incecik sırat;

Murat içinde murat.

Sabır Hakka tevekkül.

Sabır hakka itimat.


Sabırla pişer koruk,

Yerle bir olur doruk.

Sabır, sabır ve sabır,

İşte Kur'anda buyruk!


Bir sır ki âşikâre,

Avcı yenik şikâre.

Yalnız, yalnız sabırda

Çaresizliğe çare...


Necip Fazıl Kısakürek

Eylul Ruyasi

Eskiler ne az bilir gozukup ne cok sey bilirler halbuki..

Ilkokula sadece 3 gun gidebilmis babaannem, beni dizine yatirir, destanlar masallar romanlar anlatir, tekerlemeler, beyitler, siirler, sarkilar soylerdi.. Bayilirdim!.. En son bizim evde ondan duydugum, ve cok hosuma giden bir ilahiyi kasede soylemesini rica etmistim, o da beni kirmamisti.. Nereye kayboldugunu bilmedigim bu kasette, 4 yil once vefat eden yarim hafiz olan dedemin Kur'an okurken, anneannemin de atma turku atarken sesi vardi.. Kasedi kaybettigimden beri yillardir babaannemin ilahisini hatirlamaya calisir dururum.. Bugun bir kere de internette sansimi deneyeyim dedim.. Aklimda kalmis bir iki cumlesini yazdim.. Ve sonunda buldum!:

Hakk'ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni

Anamın karnında ben neler gördüm
Yedi derya geçtim, ummana daldım
Dokuz aylık yoldan sefere geldim
Bir kapısız hana indirdin beni

Ben de bildim şu dünyaya geldiğim
Tuzlandım da çapıtlara belendim
Bir zaman da beşiklerde eğlendim
Anamın sütüne kandırdın beni

Beş yaşında akıl geldi başıma
On yaşında gider oldum işime
Varıp ta değince on beş yaşıma
Bir kuru sevdaya yeldirdin beni

On beş yaşadım, yirmiye yol oldu
Otuzunda çevre yanım göl oldu
Kırk yaşadım, hayrım, şerrim bell'oldu
Hayrımı, şerrimi bildirdin bana

Ellisinde yaşım yarısın geçti
Altmışında yoluna yokuş düştü
Yetmişinde biraz tebdilim şaştı
Mertebe mertebe indirdin beni

Sekseninde beratçığım yazıldı
Doksanında kan damarım üzüldü
Yüz yaşında azalarım çözüldü
Bir sabi masuma döndürdün beni

Karac'oğlan der ki, yaktın yandırdın
Ecel şarabın verdin kandırdın
Emreyledin Azrail'i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni


KARACAOĞLAN


Babaannemin oldugu gun bu kasedi gozyaslari icinde dinlemistim. Son cumleden sonra gulerek "Iste bu kadaaaaaaar!!" diyordu..

Iste bu kadar.
-F (Eylul 22 2009 - Facebook'taki notlarimdan)

You are Joy!

Oh my God, our intoxicated eyes

Have blurred our vision
Our burdens have been made heavy,
Forgive us.


You are hidden and yet
From east to west you have filled the world with Your radiance
Your Light is more magnificent
Than sunrise or sunset
And you are the inmost ground of consciousness
Revealing the secrets we hold.



You are an explosive force
causing our dammed up rivers to burst forth.



You whose essence is hidden
While Your gifts are manifest
You are like water
and we are like millstones
You are like wind and we are like dust;
The wind is hidden while the dust is plainly seen.
You are the invisible spring
and we are your lush garden
You are the spirit of life,
And we are like hand and foot;
Spirit causes the hand to close and open.


You are intelligence,
And we are your voice
Your intelligence causes this tongue to speak.
You are joy and we are laughter,
For we are the result
of the blessing of Your joy

All our movement is really
A continual profession of faith
Bearing witness to Your eternal power
Just as the powerful turning of the millstone
professes faith in the rivers existence.


Dust settles upon my head and upon my metaphors
For You are beyond anything we could ever think or say
And yet this servant cannot stop trying
to express Your beauty in every moment,
let my soul be Your carpet.

Mathnawi V:3307-3319

Her Koyun Kendi Bacagindan Asilir... Mi?

Behlül Dana, ara sıra şehirde dolaşıp, bir kısım insanlara nasihat ederdi. Bazı yanlış işleri gordugunde, derhal o kişileri ikaz ederdi. Bu durumdan rahatsız olan kişiler de, Halife Harun Reşid'e onu sikayet ettiler.


Dediler ki: "Behlül'e söyleyin de ey sultan! Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman. Bizim günahımızla, onun ne derdi var ki? Hem, her koyun kendi bacağından asılmaz mı?!"
Harun Reşid, Behlül'ü sarayına Çağırdı. Halkın şikayetini, ona aynen söyledi. O ise, hiç bir cevap vermeden terk etti sarayı .

Ve bir kaç koyun alıp, hemen onları kesti.

Kestiği her bir koyunu bir sokağın başına, kendi bacaklarından astı. İnsanlar bunu görüp: "Ne olacak. Delinin yapacağı bir istir bu ancak" dediler.

Lakin günler geçtikçe, ve o etler koktukca, bundan, bütün mahalle rahatsız olmaya basladi. Kokudan durulmaz hale gelince halk, durumu halifeye sikayet etti.
Dediler: "Ey halife, Behlül'e söyleyiniz. Astığı koyunlardan, perisan olduk hepimiz"

Harun Reşid, Behlül’ü çağırınca aldigi cevap soyle oldu:

"Halbuki ben her koyunu kendi bacaklarından astım. Niçin şikayete geldiler ki size bunu? Demek ki, bu şekilde asılsa da her koyun, kokunca, herkese zararı varmış onun. Uzun lafin kisasi anlatmak istedimki bu halle, bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."

Demek ki, layikmisiz

Çocuklar, taş attılar bir gün Behlül Dana’ya.
Vücudunun bir yeri, başladı kanamaya.

Buna rağmen kızmayıp, dedi ki: (Ey çocuklar!
Kanattı vücudumu attığınız o taşlar.

Lakin Hak teâlâya ederim ben tevekkül.
Rabbinden başkasına, sığınmaz çünkü Behlül.)

Bir gün de, kendisini gördüler kabristanda.
Kabirler arasında otururdu o anda.

Bu hal, o insanların gitti gariplerine.
Dediler: (Kabristanda ne ararsın sen yine?)

Dedi: (Şu insanlarla otururum ki, bunlar,
Ne bana bir eziyet, ne de gıybet yaparlar.)

Bir defa da, Bağdat'ta, oldu çok pahalılık.
Halkın tahammül gücü, kalmadı buna artık.

Gidip Behlül Dana’ya bunu hatırlatarak,
Dediler: (Dua et de, rahata kavuşsun halk.)

Buyurdu ki: (Vallahi karışmam ben bu işe.
Demek ki, layıkmışız bu fiyat-ı fahişe.

Zira biz, günahlardan tam kaçınsaydık şayet,
Ve emrettiği gibi, yapsaydık tam ibadet,

O zaman, bir tek buğday, bir dinar olsa dahi,
Hiç sıkıntı çekmezdik bu hususta Vallahi.

Çünkü Allah, kefildir kullarının rızkına.
Yeter ki, bu kulluğu tam yapalım biz Ona.)

Sonra da ellerini birbirine vurarak,
Buyurdu ki: (Ey insan, ahiret var muhakkak.

Hep dünyaya çalıştın, yazık ettin kendine.
Bir hazırlık yapmadın lakin ahiretine.

Halbuki ahirette bir hesap var ki yarın,
Senin, o suallere, yok verecek cevabın.)

Bir gün de buyurdu ki: (Çabuk geçer bu dünya.
Bu hayat, bir hayaldir, yahut sanki bir rüya.

Bu faniye aldanan, bulamaz huzur, sevinç.
Aklı olan, gönlünü kaptırır mı buna hiç.

Sadece dünya için çalışırsa bir kimse,
Verir Allah, dünyalık, muradı her ne ise.

Eğer ahiret için çalışırsa bir insan,
Allah, ikisini de, o kula eder ihsan.

Her kim, ikisini de elde etmek isterse,
Her ikisinden dahi, mahrum kalır o kimse.)

Dediler ki: (Efendim, iyi anlamadık biz.
Bunu, bir misal ile izah eder misiniz?)

Behlül Dana baktı ki, önünde bir kalas var.
Bir ucuna geçti ve kaldırıp koydu tekrar.

Sonra, öbür ucuna yürüyüp geçti hemen.
Kaldırdı onu dahi, çok kuvvet sarf etmeden.

İnsanlar bakıyorken onun ne yaptığına,
Bu sefer de, kalasın geçti tam ortasına.

Uğraştı kaldırmaya, yetmedi gücü fakat.
Anladılar o zaman, ne demek ister bu zat.

Abdüllatif Uyan

Bel/Sirt Agrisi Cekenlerden misiniz?

Bel/Sirt agrilari icin gittigim Fizik Tedavi uzmani asagidaki urunu onerdi. Cok uzun sure bilgisayar basinda calismaktan bir muddet sonra oturdugumuz koltukta olmasi gerektigi gibi omuriligimiz kavisli duramamaya basliyor, one dogru kamburlasarak oturuyoruz. O da bazi omurlara asiri yuk binmesine sebep oluyormus. Lumbar Roll, cok yorgunken bile sirtin saglikli olan kavisli haliyle kalabilmesi icin sirta destek sagliyor. Ben ofise, eve, arabaya falan da aldim, ebay'de indirim ve free shipping gorunce.

http://www.optp.com/Original-McKenzie-Lumbar-Roll-Series.aspx

Siz de uzun sure oturmanizi gerektiren isler ile mesgul iseniz ve bel/sirt agrisindan muzdaripseniz, bu ise yariyor, tavsiye ederim efendim..

Peki ya Mandy?

Mandy benim yuzunu hic gormedigim 18 yasinda Amerika'li bir kiz.

8 yasindayken annesini kansere kaybetmis.
O vakit 4 yasinda olan erkek kardesi ve saglik problemleri olan ama alkolik bilgisayar muhendisi babasi ile bugunlere gelmisler.
Annesinin biraktigi bir miktar para ile hemsirelik okumus, kardesine ve kendisine bakmaya, kendi ayaklari uzerinde durmaya calisan bir kiz.
Babasi bayagi bir vakittir hastanedeymis. 2 gun once onu da kaybetmisler.

Mandy, bizim temizlige gelen Bosnali bayanin komsu kizi. Kendi kizlari ile yasit, cocukluktan beri koruyup kolladigi, cocuklari ile oynayan bir kizcagiz.

Baba olunce, trajik ama klasik bir Amerikan ailesi tablosu cikiyor ortaya.

17 senedir mortgage odenen eski bir ev. Odemeye devam edemedikleri icin banka tarafindan oksuz yetim kalmis bu iki kardesin elinden alinacak.

Babasini hastanede ziyarete bile gucu yetmeyen Mandy, cenazeyi almak icin amcasini aramis. Amcasi eski arabasinin tamiri ile daha mesgulmus. Mandy: "Babam oldu amca hastanede". Amca: "Biliyorum". Mandy: "Gidip alalim". Amca: "Baban oldu, bekliyor orada iste, bir yere gidecegi yok. Once su arabayi halledelim".

Akrabalarinin en yakinlarinin bile sahip cikmadigi, kendi basina birakilmis ve yakinda sokakta kalacak 2 kardes. Zavalli Mandy caresizlik icinde en yakin arkadasi olan Bosnali hanimin kizi Semsaya aglayarak anlatmis durumu.

Kendisi de maddi sikintilar yasayan, 2 yildir esi issiz olan Bosnali hanim da aglayan kizindan Mandy'nin babasinin oldugunu ogrenince ne yapacagini sasirmis.
Cumartesi icini bana dokuyordu yarim yamalak ingilizcesiyle. "Bizim ailelerimiz bize bir sey olsa aninda sahip cikar cocuklarimiza. Gozumuz arkada kalmaz. Bu zavalli 2 kardes, annesiz, babasiz, parasiz, evsiz, sahipsiz ortada kaldi. Inanamiyorum" diyordu. Belki adamin hayat sigortasindan biraz para alabilirler diyecek oldum. Komsu bir hanimin avukat tutmalarina yardimci olmaya calistigini soyledi.

Aile kurumunun ne kadar onemli oldugunu goruyor insan. Dinimizde aile kurumunun korunmasi, baglarin guclu tutulmasi, sadece aile degil, guclu arkadaslik, komsuluk iliskilerinin bile tesvik edilmesinin guclu toplumlar, saglikli, korunan, sahip cikilan bireyler yetistirilmesi icin ne kadar onemli oldugunu anlatiyor Mandy ornegi.

Ben-merkezli, bencil yasami promote eden bir kulturun sonucu Mandy'nin yasadiklari.
Baba iki cocugunu dusunup kendini siroz edene kadar icmese. Amcalar, hala sahip cikip evin borcunu odese, ya da bir avukat tutup cocuklarin babalarinin sigortasindan para alabilmelerini saglasa...

Sonra da tabii, bizim yapabilecegimiz bir sey var midir acaba Mandy icin diye kurcalandi aklim? Var midir acaba?

Sunday, January 23, 2011

Merhaba

Ehm!

Ne zaman sevincle karisik heyecanli bir haber/olay beklesem uykum gelir benim.

Kalbim kut kut atarken, beynime fazla oksijen gittigi icin mi yoksa kutlemeler siklastikca bunye kaldiramadigi icin mi ne heyecan icinde beklerken, haberi alisa veya olay gerceklesene dakikalar kala kendimi uyurken buluveririm. Olay vuku buldugu anlarda uyandigimda da, uyku mahmurlugu ve sevincle karisik heyecan duygulari ile tamamen uyanana kadar ruya mi gercek mi pek anlamadan gecer o anlar...

Stesli bekleyislerin ise etkisi cok farkli oluyor bende. Onu da bu sira test edip onayladim net bir sekilde. Stresli bekleyislerde, beynim bekledigim seyin muhtemel neticelerini dusunup harap olmak yerine, geyik bir seye sarip onunla mesgul olmayi tercih ediyormus meger. Ama sadece ve sadece geyik seyler. Misal su anda isle/evle alakali da bir ton mesgul olabilecegim sey varken, zihnim onlarla degil de muhim olmayan seylerle dolmayi tercih ediyor. Iste bu sebepten, bir kac saat sonra aldigimda tum halet-i ruhiyyem ve hayatim uzerinde etkili olabilicek olan o haberi beklerken, kafami kurcalayan her nasilsa o degil de, Persembe gunu Fatmagul'e ne olacagi! (Evet evet, Fatmagul'un sucu ne?).. Yanii... 2 gundur buna sarmis durumdayim. Cunku Fatmagul'e ne olursa olsun, oldugunda benim hayatimdaki etkisi film bittiginde biteceginden, bilincaltim problem sirasinda onu one alip digerlerini arkaya iterek, boylelikle stresle bekledigim o haber alinana kadar da onunla streslerden streslere girerek helak olmaktan beni koruyor. Bundandir mideme yumruk gibi oturmus birseyler var gibi hissederken, kafamda o yumrugun asil sebebini dusunemiyor, dusunmek istemiyor olmam.

Insallah birkac saate hayirli haberler alirim ve Fatmagul'u de o haberle bir cirpida hayatimdan cikarip ciddi meselelerle ilgilenmeye geri donebilirim. Insallah!

Neyse, her ne kadar adi ironi geregi geyigi keselim olsa da amacinin tam tersi oldugunu goreceginiz bu blogu da bu nedenle bu aksam yazmaya basladim ki, bu ekstra stresli bekleyiste, kafami dagitacak birsey daha olsun (butun yuku Fatmagul'e yuklemeyelim)

Eh, bir yandan da 4 yillik sosyal paylasim sitesi bagimliligimdan bu aksam kurtulmaya karar vermis biri olarak, su bicare bilgisayara baktigimda, aklima eger facebook duser ise, ellerim onun o mel'un ismini adres bosluguna yazacagina, siginabilecegim kendime ait mutevazi bir sosyal paylasim ortamim olsun istedim :)

Valla zihnimin su anki durumu ile daha cok geyik yaparim gibi. Ordan burdan. Sozcuk corbasi gibi. Ama bu kadar yazmak kafi herhalde.

1 saate hayirli haberlerle gorusmek umidi ile...