Monday, October 12, 2015

Bir hayalim var... (1)

Geçtiğimiz günlerde buralardan Şahin Alpay geçti. Gelişen ekonomisi, Avrupa Birliği'ne üye olma yolunda demokratikleşme süreci, genç nüfusu ve kaynayan kazan Orta Doğu'da arabuluculuk rolüyle bir kaç yıl öncesine kadar dünyanın potansiyel süpergüçleri arasında görülen Türkiye'yi, gazeteler ve TVlerdeki iç karartıcı haberlerle endişeli gözlerle takip eden Kaliforniyalılara Türkiye'de neler olduğuna dair bilgi verdi. Konuşmanın sonuna ve soru-cevap kısmına yetişebildim. Çok makul ve beklendik sorular gelirken, son soruyu Bangladeşli bir bey sordu: "Ortadoğu'daki ülkeler 'tek adam' tarafından yönetildiğinde hep daha az sorun, savaş vardı. Ortadoğu'daki ülkelerde iç savaş olmasının sebebi demokratikleşme. Bu o bölgeye uygun olmayan bir yönetim şekli, değil mi?" dedi.

Sorudan daha çok çözüm önerisi gibi olan bu yorum karşısında şaşakaldım. Şahin bey, bu beyle aynı görüşte olmadığını belirtip kendi nedenlerini açıkladı. Soru-cevap kısmı sonlandıktan sonra bu beyin kendisine yaklaşıp 'Ben aslında Monarşi taraftarıyım' diyerek tartışmaya devam ettiğini duydum. Bir insanın 'özgürlükler ülkesi' Amerika'da yaşamayı seçip kendi ülkesine ve diğer Orta Doğu ülkelerine 'diktatörlük' yönetimini layık görmesi garibime gitmişti.

Konuşma sonrası, 'Neden bir Amerikalı'dan bu cümleleri asla duyamazdım?' diye düşündükçe zihnimden bir çok şey geçmeye başladı. Yüksek Lisans yaptığım yıllarda, Amerikalı arkadaşlarımdan Washington önderliğinde başlayan ve 18 sene süren (1765-1783), Amerika'yı İngiliz Krallığının boyunduruğundan kurtaran, 4 Temmuzdaki bağımsızlık ilanıyla bağımsız bir ülke haline getiren Amerikan İhtilalini dinlemiştim. İngilizler bu tarihten sonra da uzun süre rahat durmuyordu. Ülkeler arasında sürekli büyüklü küçüklü savaşlar yaşanıyor. Hatta iki yıl süren 1812 Savaşının son yılında İngilizler Washington'u ele geçirip şehri baştan başa yakıyor, Amerikalılar şehri geri aldıktan sonra küllerinden yeniden başkentlerini inşa ediyorlar. Demek ki, diyorum, Avrupa'daki farklı krallıklardan 'yeni dünya' hayaliyla kopup gelen bu insanlar, bu dünyayı dişleri tırnaklarıyla binbir zorlukla kurduktan bir müddet sonra monarşiyi kabul etmiyor ve ondan kurtulmak için her türlü mücadeleyi veriyorlar.

Amerika'da doğup büyüyen oğlumun ödevlerine yardım ederken, onunla beraber biraz daha Amerikan tarihi öğreniyorum. Beyazlar daha ayak basmamışken bölgede yaşayan yerlilerin yaşantısını öğreniyoruz. Dahası Chitactac yerlilerine ait hala korunan yaşam alanlarına okulla beraber geziye gidiyor, yaşadıkları 'wigwam'leri inceliyor, nasıl inşa edildiğini öğreniyor, çevreyi gezip besinlerini nasıl, nelerden temin ettiklerini, eşyalarını nasıl yaptıklarını keşfediyor, son aktivite olarak da kızılderili çocukların oynadığı oyunları öğrenip hep beraber oynayıp dönüyoruz. Kaliforniyaya altın bulma ümidiyle gelen ilk Kaliforniyalıların yolculuğunu, ilk evlerini, eşyalarını, okullarını, eğitimlerini, eğlence şekillerini öğreniyor, kendi zamanınkiyle karşılaştırma yapan bir makale hazırlıyor, üstüne 5 gün elektroniksiz yaşama denemesi yaparak o dönemin çocuklarını anlamaya çalışıyorlar. Organik, tarihle bağları koparılmamış bir kültür mirası var. Bazen Kaliforniyaya ilk gelen İspanyol keşif gemilerinden birine gidiyorlar geziye, bazen Silikon Vadisindeki teknolojik buluşların sergilendiği teknoloji müzesine, bazen de hukuk sisteminin işleyiş şeklini görmek için adliyede bir davaya.

Bazen geliyor, bana 'En sevdiğin Başkan kim, anne? Benimki Lincoln' deyiveriyor. 'Oğlum biz Reagan'dan öncesinde bir Kennedy'yi biliriz, Washington kurucuydu, Lincoln'ü falan da kafasındaki uzun şapkasından ve uzun sakalından çıkardım ama ne yapmış ondan gayrı bilmem' dememek için onunla beraber ben de okuyorum. Lincoln'un Amerikanın en sevilen başkanı olduğunu, köleliği kaldırdığı ve bundan dolayı ırkçı bir Amerikalı tarafından 1 hafta bile geçmeden suikaste uğradığı için halkın bu muhabbetini fazlasıyla hakettiğini, uzun şapkasının içinde hep önemli belgelerini sakladığını öğreniyorum. Sonra 'özgürlük savaşçıları'yla alakalı bir proje hazırlıyor. Amerika'nın kuruluşunu okuyoruz. Amerika'nın aynı zamanda mucit olan siyasetçilerini okuyoruz. Amerika'da siyahilerin hakları için savaşanları, hapse girenleri, bu yolda canını verenleri okuyoruz. Kadın haklarının ne kadar zor elde edildiğini öğreniyoruz.

 

Projesi için Martin Luther King Jr'u seçiyor oğlum. 'Bir hayalim var..' diye başlayan ve tarihe geçen o kocaman lafları söyleyen, hayatını 'ayrımcılık' (segregation) yasalarının kalkmasına adayan ve , Amerikan literatürüne 'sivil itaatsizlik' tanımını kazandırmış bu adamın öldürüldüğünde sadece 39 yaşında olduğunu okuyunca ağlıyorum. Bir gün önce Memphis'te halka yaptığı konuşmada olacakları hissedercesine 'Herkes gibi ben de uzun yaşamak isterim. Ancak artık bu umrumda değil. Sadece Tanrı'nın iradesine teslim olmak istiyorum. Bu gece çok mutluyum ve hiçbir şeyden endişe etmiyorum. Hiç kimseden korkmuyorum. Tanrı bana dağın zirvesine çıkma lütfunda bulundu. Oradan etrafa baktım. Ve ‘Vaadedilmiş Ülke’yi gördüm. Oraya vardığınızda ben sizinle olmayabilirim. Ancak bu gece bilmenizi istiyorum ki biz halk olarak o vaadedilmiş ülkeye ulaşacağız!' dediğini okuyoruz. Birmingham'daki yürüyüşte polisin köpeklerle saldırdığı siyahi çocukları görünce 'Artık Yeter!' diyenleri, siyahlarla otobüste karışık oturmayı istedikleri için otobüsleri yakılan, canlarını zor kurtaran, kafelerde aynı muameleyi görmek için siyahi arkadaşlarıyla beraber oturma eylemi yaparken kafalarından aşağı ırkçılar tarafından kahveden şekere herşey döküldüğü, her türlü hakarete maruz kaldıkları ve dövüldükleri halde yerlerinden bir milim oynamayan beyaz 'Özgürlük Yolcuları'nı öğrenip takdir ediyor, coplarla dövülen, tazyikli suyla biber gazıyla diz çöktürülen, tutuklanan silahsız insanları görünce hakları kazanmanın her dönem bir bedeli olduğunu öğreniyoruz.

 


Bütün bunlar geçiyor aklımdan, 'bize tek adam ve sülalesi tarafından güdüleceğimiz monarşiler lazım' diyen adamın söylediklerini düşündükçe. Sonra Türkiye'de de bu kadar açık ifade etmeseler ve hatta farkında olmasalar da bu fikrin, bu hissiyatın esiri olan bir dünya insan olduğunu üzülerek farkediyorum. Hep birşeylerden şikayet eden, ama asla o sorunu düzeltmenin kendi görevi olduğunu, kendi elinde olduğunu düşünmeyen bir dünya insan. Klişe bir 'Nerde bu devlet? Nerde bu millet?' sendromu yaşanır hep. Cumhuriyetin kuruluşundan beri hep bir kurtarıcı beklemişizdir, bizi 'muassır medeniyetler seviyesi ve üzerine' çıkarak biri(lerini). 'Kurtarıcı'larımız da olmuş dönem dönem. Kiminin süfyan, kimininin de mesih gördüğü. Kim 'hah işte bize Kızıldeniz'i geçirecek Musa bu' diye birine inandıysa, o onun döneminde çakılı kalmış. O yüzden kimi 'ah o liderin dönemine ışınlansak' derken, kimi şimdiki 'kurtarıcı'dan vazgeçmek istemiyor. O kadar inanmışız ve inanmak istemişiz ki o kişilere, siyasi rakiplerine ve muhaliflere yaptıklarını, hatalarını hep görmezden gelmişiz. Herşeyi herkesten iyi bilen(!) bu özel insanların bizi gütmelerine razı gelmişiz.

Oğlumun öğrendiği tarihi düşünüyorum, bir de bizim gibi tarihle bağları bıçakla kesilip atılmış, geçmişi destan haline getirilmişlerin tarihini. Bize derslerde anlatılan büyük Osmanlı, ondan sonra kurulan Cumhuriyet, bir komutanlar, liderler tarihi gibi daha çok. Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, Atatürk hep insan üstü varlıklarmış gibi anlatılır. Böyle bir lider Anadolunun bağrından kopup gelmiş ve bizi kurtarmış, yarınlara taşımıştır. 'Yaşıyor olsalar ooo..' ile başlayan cümleler duyarız. 'İyi de kardeşim yaşamıyorlar artık. Onlar da kendilerinden öncekiler geri gelse yada biri bizi gelip şu durumdan kurtarsa diye beklentileri olsa herhalde tarihe adlarını yazdıramazdı' diyesim gelir hep. Onların liderliğine, komutanlığına lafım yok ama acaba bir halkı ileriye götürmeye sadece lider(ler) yeterli midir? Manevi olarak kokuşmuş, ahlaksızlaşmış, bölünmüş bir halkın içinden nasıl liderler çıkabilir? Halkın içinden çıkacak liderin kalitesi de halkınki ile doğru orantılı değil midir? Bir halkın 'kendi damarlarında bu kudreti' bulamayıp umutla ileriye değil, geriye bakıp arzu etmesi acıklı bir durum değil midir? Ya da mevcut lider gittiğinde bütün umutlarını kaybedecekmiş psikolojisine sokulması? Amerika'daki Başkanlık sisteminde bir başkan 4 yıl, ikinci kez seçilirse de maksimum 8 yıl yönetimde kalabiliyor. Bu dönemlerde halkın başında, başarısızlıklarıyla anılan Bush Jr gibi başkanlar da olabiliyor, Lincoln ve Roosevelt gibi yaptıkları reformlarla tarihe geçenler de olabiliyor. Ama halk kimseyi 'vazgeçilmez ve yeri doldurulamaz bir kurtarıcı' olarak görmüyor. Hiç bir siyasetçi de koltuğa kök salıp ölünceye kadar Başkan olma, sonra bayrağı oğluna devretme hayali kurmuyor. Clinton örneğinde olduğu gibi, Başkan başarılı bile olsa bir hata yaparsa, başkanlığı halka her zaman hesap vermesine asla engel olmuyor.

Oğlumla Amerikan anayasasıyla alakalı üniteyi çalışırken, örnek olarak 'mesela ben bir gün vatandaş olursam, milletvekili olabilirim ama asla Başkan olamam. Ama sen olabilirsin. Çünkü Başkan olmanın bir şartı da bu topraklarda doğmuş olmak' dedim. 'Ben Başkan olmak istemezdim' diye bir cevap geldi karşıdan. 'Neden oğlum? Ne güzel işte Başkan olmak' dedim. 'Başkan olmak, herkesten fazla çalışmayı, herkesten çok ödev yapmayı ve hayatını bütün halkı mutlu etmeye adamayı gerektirir' dedi. Halkta 'liderimize laf eden diller kopsun' refleksinin olmaması ve küçücük çocukta dahi, dünyanın en güçlü ülkesinin Başkanının da en nihayetinde ülkesine hizmet etmekle yükümlü bir hadim olduğu bilincinin oluşmasına sebep, tarihi insanların, halkın yazdığını görebilmek diye yorumladım bunu.

Türkiye'de insanın bunu hissedebileceği, rantçılar tarafından bozulamamış yegane tek yer geliyor aklıma: Çanakkale Şehitliği. Gitmeden evvel bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim. Her karışını göz yaşlarımızı tutamadan gezdik. Omuz omuza çarpışmış, kucak kucağa şehadet şerbeti içmiş, koyun koyuna yatan, Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez.. Binlercesi için sembolik koyulmuş belki yüz tane mezar taşı. Hala dimdik duran namazgahlar, siperler. Türkiye literatüründe, hakkında iki elin parmağını geçmeyecek kadar az kitap yazılmışken, en büyük savaşlarına ciltler ayıran Avusturalyalılar'ın kaynaklarından aktarılan, dilden dile dolaşan hikayeler.
Beni en çok etkileyeni, taraflar iki tepe üzerinde birbirlerine saatlerce ateş açtıktan sonra yaşanıyor. Neden sonra silahlar susuyor. Ama iki tepe arasında iki ordunun ölmüş ve yaralı askerleri yatıyor. İki taraf da tetikte bekliyor, kafasının ucunu göstereni vuracaklar. Böyle insanı çıldırtan ve saatler süren bir sessizliği yaran başka bir çıldırtıcı durum var. Yaralıların içinde bir asker inliyor ve yaralarının acısından ağlıyor, yardım istiyor. Başka soluk iniltiler de var ama onlar bir bir susuyor bir müddet sonra. Onunki susmuyor. Ağlıyor, yardım istiyor, inliyor. Lakin yardım gelmiyor. Saatler sonra Anzaklar şaşkınlıkla Türk tarafından birinin beyaz bir içliği bir sopaya bağlayıp salladığını görüyorlar. Acaba ateşkes mi olacak, teslim mi oluyorlar sonunda diye düşünürken, Osmanlı askeri koşarak bulunduğu tepeden aşağı iniyor. Yaralı Anzak askerini kucaklayıp karşı mevziye bırakıp koşarak geri dönüyor. Bu esnada vurulup şehit edilmemesinin garantisi yok. Bu askerin düşman askerini taşırkenki heykeli bu cesaretin, diğergamlığın ve düşman bile olsa insana merhametin sembolü olarak oraya dikiliyor. Bir başka hikayede yaralı bir Osmanlı, elindeki kadın resmine bakıp ağlayan yaralı esir bir düşman askerinin yarasını kendine saracağı bezle sarıyor. Alman komutan geldiğinde ikisini de vefat etmiş buluyor. Düşman askerinin yarası sargı beziyle sarılıyken, Türkün yarasına topladığı yaprakları bastığını görüp göz yaşlarını tutamıyor. Bunun gibi, o kadar hikaye var ki, bir Avusturalyalı olarak Russel Crowe Türkiye'ye gelip yenilgiye uğrayıp onca kayıp verdikleri savaşı anlattığı filme, Türklerin yüce gönüllüğünün konu ediyor.

Bugünün 'Osmanlı özlemi çeken çocukları'(!) ise bilim alanında Nobel ödülü almış bir Türk'e sevinmeden önce etnik kökenini, dinini, mezhebini, politik görüşünü sorma ihtiyacı duyuyor. 100 silahsız kişinin havaya uçarak öldürüldüğü, nicesinin sakat kaldığı bir patlamada baş sağlığı dilemenin, 'geçmiş olsun' demenin de şartları var onlar için. Düşmanlarının cesetlerini çırılçıplak soyup sokaklarda ifşa etmenin, cesetleri arabaların arkasına bağlayıp sürüklemenin, bunu fotoğraflayıp elden ele gezdirip, 'leş' demenin şerefli, övünülecek bir yanı olduğunu sanıyorlar. Savaşı bile ahlaklı bir şekilde, fedakarlık, diğergamlık destanı yazarak, sadece topraklarını korumakla kalmadan, düşmanının da gönlünü fethederek kazanan dedelerinden haberleri var mı acaba bu 'Osmanlı Sevdalılar'ının? Seyyid Onbaşı'nın tek başına o gülleyi topa koyup bir gemiyi sulara gömmesiyle başlayan zafer sürecinin bu kuvvei maneviyye ile de alakası olabileceği, Allah'ın bu zaferi bu ruha karşılık takdir etmiş olma ihtimali hiç akıllarının ucundan geçmiyor mu? Sanmam. Tıpkı kendini patlatan çocuğun, her türlü eziyete maruz kalmış, hakaret edilmiş, deli denilmiş,  ayakkabılarının içi kanla dolana kadar taşlanmış, tükürük yağmuruna tutulmuş, sırtına deve bağırsağı konmuş, sürülmüş, açlıktan karnına 2 taş birden bağlamak zorunda kalacak kadar aç kalmış, zehirlenmiş, büyü yapılmış, yaralanmış Peygamber(sav)inin Taif'de Cebrail(as) yanında dağlarla sorumlu melekle gelip 'Dile bu dağları üstlerine kapatalım' dediğinde 'Ben sadece onların nesillerinden yalnız Allah'a ibadet edecek, O'na hiçbirşeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim' dediğini bildiğini sanmadığım gibi.  İnsanları kendini feda ederek 'öldürme'nin değil, 'yaşatma'nın, onlara Allah'ı ve dinini sevdirmenin, onlara iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındırmanın en yüce ülkü olduğunu anlayabilmelerini dilerdim. Osmanlı ruhunun 'kültürlerin kendi tadını kaybetmeden birlikte piştiği bir tencere' gibi olduğunu, ne zaman guruplara ve onun da alt guruplarını ayrıldıysak, o zaman kaybetmeye başladığımızı, 'bir onlardan, bir bunlardan' ölerek, kaybederek azaldığımızı, hep birlikte eksildiğimizi, birbirimizi eksilttiğimizi bir görmelerini isterdim.

Yine de umudum var benim. Martin Luther King Jr gibi bir hayalim var. Bir yanda Amerika'da 50 yıl önce siyahilerin en basit hak için verdikleri mücadele, kendilerini bu uğurda feda edenler, Martin Luther'ler, Amelia Boynton'lar, Malcolm X'ler, diğer yanda şimdi Amerika'yı yöneten siyahi Başkan Obama. Aynı demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesinden şimdi Türkiye geçiyor ve kazanacağız, ümid ediyorum. Dağlarda şehit olan askerlerin, yollarda kahpece katledilen polislerin, barış isterken öldürülen gençlerin boşuna ölmediklerine, annelerinin feryatlarının, arşa açılan ellerinin karşılığı olduğuna inanıyorum. Bir gün -MLKnın dediği gibi belki o günü biz göremeyeceğiz- ama bir gün halk olarak, o günlere varacağız. O zaman tarih kitaplarımızda bu değişim sırasında kaybettiğimiz, kendini feda eden ama susmayan, hapse atılsa da öldürülse de doğruları haykıran, sosyal medyada sivil direnişin örneği olarak gösterilecek insanlar olacak. Ve çocuklarımız, torunlarımız, bizim tarihimize bakıp reformların halk tarafından yapılabileceğini, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymadan herkesin bu vatana hizmet edebileceğini, geleceğe umutla bakabileceklerini, çünkü geleceği kendilerinin inşa edeceklerini görebilecekler. Inanıyorum...